Page 146 - DESEN 12
P. 146

ÇAĞDAŞ RESMİMİZİN İLK DÖNEMİ: 1914
                  Çağdaş sanat birdenbire mi başlamıştı? Bu sanatların hazırlık devreleri yok muydu? Türk resminin 1918-
                  1920 yıllarından sonraki modernleşmesi elbette o yıllardan önce yeşermiş bir ağacın meyvesiydi. Dönemi
                  iyi anlayabilmek için Sanayi-i Nefise Mektebini, Halil Paşa ve Hoca Ali Rıza gibi öncüleri iyi incelemek
                  gerekir.
                  Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914, birkaç yıldan beri Avrupa’da çalışan genç ressamları memlekete
                  dönmek zorunda bırakmıştı. Fransa, Almanya, İtalya gibi ülkelere gidenler İstanbul’a dönmüş ve yeni bir
                  sanat hamlesine topluca girişmek gereğini duymuşlardı. Öncelikle toplanmak, sergiler açmak, yeni çığırın
                  temelini atmak gerekiyordu. Daha önceden kurulmuş olan “Osmanlı Ressamlar Cemiyeti” bu birleşmeye
                  yardımcı oldu. Böylece bir çatı altında toplanmanın verdiği hız ve güven içinde Avrupa’dan dönen ressamlar
                  ilk sergilerini açtılar.
                  O yıllarda İstanbul’da resim sergisi açmak çözümü hayli zordu. Sergi için elverişli tek yer olmayan koca
                  şehirde resim sergisi açmak alışılmamış bir hadiseydi. Eski belgelerden ilk sergininin 1874 yılında Şeker
                  Ahmet Paşa tarafından açıldığını öğreniyoruz. Daha sonraları 1888 ve 1910’larda Beyoğlu’nda özellik-
                  le yabancı sanatçıların sanat aktivitelerine ve etkinliklerine rastlanmaktadır. Osmanlı Ressamlar Cemiyeti
                  sadece Türk  ressamlarının  eserlerinden  kurulu  ilk  sergilerini  1914-1915  yıllarında  tertiplemişlerdir. Yeni
                  ressamların bu ilk gösterisinde dikkati çeken husus; tabloların hemen hemen tümünde açık seçik beliren
                  yeni ruh, yeni duyuş ve yeni teknikti.
                  Ressamlar Avrupa’dan döndükten sonra oradaki hocalarının etkisinden kurtulmuşlardı. Fransız akademik
                  ustalarının sanat ideali, çok büyük çapta düzenlemeler yoluyla tarih olaylarını canlandırmak ve Rönesans
                  klasiklerini taklit etmekti. Renkten çok gerçekçi ve doğa biçimlerini yakından izleyen bir desene önem ve-
                  riyorlardı. Ne var ki bu desen fotoğrafikti ve klasiklerin biçim güzelliğinden yoksundu. Renklere gelince
                  paletleri koyu, ağır valörlerle yüklüydü.
                  Fransız akademisinin ünlü hocalarının atölyelerinde dört yıl çalıştıktan sonra memlekete döner dönmez
                  öğrendiklerini unutan ve başka bir yetenekte ortaya çıkan yeni ressamlar, öte yandan halkın o güne kadar
                  alıştığı Batı tekniğindeki Türk resim geleneğine de uymuyorlardı. Türk resmi böylelikle yeni bir havaya bü-
                  rünmüştü. Çağdaş resmimizin ilk dönemini temsil eden ressamlara empresyonist dememiz bu kurtuluşla-
                  rından doğar. İzlenimcilik (empresyonizm), eski ressamlarımızın tekniğine kıyasla özellikle de yeni dönemin
                  başlangıcında tam yerinde bir terimdi. Empresyonizmin kurucusu Claude Monet’nin “Tablo, tabiata açılmış
                  bir pencere olmalı.” aforizması yeni ressamlarımızın eserlerinde canlanıyor gibiydi. Türk resmi, o güne ka-
                  dar Osman Hamdilerin, Süleyman Seyyitlerin, Şeker Ahmet Paşa ve Hoca Ali Rızaların elinde kişisel bir yo-
                  ruma ve deformasyona (değiştirmeye) yanaşmadan tablo ile tabiat arasında ayırım yapmadan yürümüştü.
                  Resim her şeyden önce tabiatın aynasıydı. Klasisizm ile realizm birbirine karıştırılmış; klasisizmden tabiat
                  kopyacılığı, realizmden de en önemsiz ayrıntılara yer verme anlaşılmıştı. Elli yıllık Türk resmi, 1914 yılına
                  kadar o sınırlı çerçeve içinde değerli eserler vermişti ama değişmenin  ve yeni bir havaya kavuşmanın
                  zamanı artık gelmişti. Ressamlar açık havaya çıkmış, İstanbul’un çeşitli görünümlerini izleyip şövalelerini
                  diledikleri yerlere kurmuşlardı.
                  Osman Hamdi dışında hiçbir Türk ressamının yanaşamadığı figür ve portre türleri bu dönemde doğmuştu.
                  Ressam, toplumun da tanığı oluyor; saray sahneleri, çiçek natürmortları, eski sokaklar, mezarlıklar, park ve
                  bahçeler gibi dondurulmuş konulara sırt çeviriyordu. Bundan böyle ressamların ilgisini çeken şey, yaşayan
                  insanların yüzleri olacaktı. Toplumun keder ve sevinçleri, tükenmez bir konu (tema) kaynağı olan İstan-
                  bul’un binbir görünümü plastik sanatımıza girmişti.
                  İzleyicinin dikkatini çeken başlıca değişim, kuşkusuz yeni ressamların tekniği olmuştu. Sanatçılar, tabiatın
                  küçük ayrıntılarına önem vermiyor; eserlerine biçimleri topluca saran çizgileri, güneşin pırıltılarını ve akisle-
                  rini yansıtan renkleri yansıtıyorlardı. İncecik samur fırçalarla çalışanların aksine boyaları geniş fırçalarının
                  sinirli vuruşlarıyla tuvale sürüyorlardı.
                  Resim ve Heykel Müzesinin ilk müdürü Halil Dikmen, modern resim sanatımızın kurucuları üstüne şu satır-
                  ları yazmıştı: “1914’te ilk eserlerini vermeye başlayan empresyonist cereyanı tam zamanında gelmiş, res-
                  mimize taze ve çok daha serbest bir hava getirmişti. Şunu da ilave etmek gerekir ki en kuvvetli temsilcileri
                  İbrahim Çallı, Nazmi Ziya, Namık İsmail, Feyhaman Duran ve Hikmet Onat olan bu yeni akım, empresyonist
                  kuralları yüzde yüz tatbik edememişti. Empresyonizm o tarihte Avrupa’da bile sönmüş bulunuyordu ve et-
                  kisi azalmıştı. Bunun yanında ressamlarımız, empresyonizmi formülleştirmiş olan Lucien Simon, Chabas,
                  Bernerd gibi Fransız ressamlarını sevmişler; onların biraz da akademik olmuş empresyonizmini tatbike





            144
   141   142   143   144   145   146   147   148   149   150   151