Page 5 - Türk Dili ve Edebiyatı 10 | Kazanım Kavrama Etkinlikleri
P. 5
1 TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI 10 Ortaöğretim Genel Müdürlüğü
rukları yerine getirmek üzere çıkıp gitti.
Piskopos adama doğru döndü: “Oturun, ısının, bayım” dedi. “Az sonra yemek yiyeceğiz, siz yeme-
ğinizi yerken yatağınız hazır olur.”
O zaman adam iyice anladı. O ana kadar karanlık, sert olan yüzünün ifadesini şaşkınlık, kuşku,
sevinç kapladı, olağanüstü bir hal aldı. Deli gibi kekeleyerek konuşmaya başladı: “Gerçekten mi?
Ne? Beni burada alıkoyuyor musunuz? Beni kovmuyor musunuz? Bir forsaya! Bana ‘bayım’ dediniz.
(…)
Jean Valjean, evet kaçmıştı. Fakat bunun farkında olmayan Piskopos ertesi gün güneş doğar-
ken bahçesinde gezinip duruyordu. Bayan Magloire, piskopos’a doğru heyecanla koşarak: “Efendi
Hazretleri, Efendi Hazretleri!” diye haykırdı.
Sayın Bienvenu: “Evet” dedi.
Kadın: “Tanrıya şükürler olsun!” dedi. “Ne olduğunu bilemiyordum.”
Piskopos sepeti bir çiçek tarhında bulmuştu. Bayan Moglaire’a gösterdi: “İşte.”
Kadın: “Ee, peki?” dedi. “İçinde bir şey yok” Gümüşler nerde?”
Piskopos: “Yaaa!” dedi. “Demek sizi ilgilendiren gümüşlerdi? Nerede olduklarını da bilmiyorum.”
“Ey Ulu Tanrım! Çalmışlar, gümüşleri o adam, o adam çaldı onları!”
“Evet efendim, baktım odasında da yok her halde biz uyurken onları çalıp gitmiş yerlerinde
yoklar” dedi.
“İşte bakın! Buradan gitmiş. Crochefilet Sokağına atlamış. Ah! Hınzır! Bütün gümüşlerimizi
çalmış!”
Daha sonra Piskopos bakışlarını kaldırdı, tatlılıkla: “Önce, o gümüşler bizim miydi?” dedi.
Bayan Magloire de şaşırıp öylece kaldı.
“Bayan Magloire bir süre sessiz kaldı. Bu arada Piskopos konuşmasına devam etti. Onlar yok-
sulların idi. Onları haksız yere elimde tutuyordum. İşte onlar da bir yoksula gitmiş oldu.” dedi.
(…)
İki kardeş sofradan kalkmak üzereyken kapı vuruldu. Piskopos:
“Buyrun!” dedi.
Kapı açıldı. Eşikte acayip, öfkeli bir topluluk belirdi. Üç adam bir dördüncüsünü yakasından
tutuyorlardı. Üç adam jandarmalardı. Öbürü de Jean Valjean’dı.
Bir jandarma onbaşısı kapının yanındaydı, birliğin komutanına benziyordu. İçeri girdi, askerce
selam vererek piskoposa doğru ilerledi.
“Efendi Hazretleri…” dedi.
Bu söz üzerine pek düşünceli, ezilmiş gibi duran Jean Valjean şaşkınlıkla başını kaldırdı: “Efen-
di Hazretleri mi? Demek ki mahalle papazı değil?”
“Kes sesini!” diye gürledi jandarma. “Efendi Hazretleri piskopostur.”
Bu arada Sayın Bienvenu, ilerlemiş yaşının elverdiği ivediyle, onlara yaklaşmıştı. Jean Valjean’a
bakarak: “Neyse, sizi yine gördüm!” diye haykırdı. “Çok sevindim. İyi ama size şamdanları da ver-
miştim, öbürleri gibi bunlar da gümüştü, size iki yüz frank getirirler. Niçin onları da yemek takım-
larıyla birlikte alıp götürmediniz?”
Jean Valjean gözlerini faltaşı gibi açtı, hiçbir insan dilinin anlatma yeteneğinde olamayacağı bir
ifadeyle sayın Piskopos’a baktı.
Jandarma onbaşısı: “Demek bu adamın dedikleri doğru, Efendi Hazretleri?” dedi. “Onunla
karşılaştık. Kaçan biri gibi duruyordu. Anlamak için durdurduk. Bu gümüşleri üzerinde bulduk…”
Piskopos: “O da size, bunları kendisine, geceyi yanında geçirdiği yaşlı babacan bir papazın
verdiğini söyledi, değil mi?” diye gülerek adamın sözünü kesti. “Olayı gözümün önüne getiriyorum.
Siz de onu yaka-paça buraya getirdiniz? Bir yanlışlık olmuş galiba.”
Onbaşı: “Nasıl yani!” dedi. “Onu biz şimdi serbest bırakabilir miyiz?”
Piskopos: “Elbette” diye yanıtladı.
Jandarmalar Jean Valjean’ın yakasını bıraktılar. O da geri geri çekildi. Uykuda konuşur gibi
kekeleyerek: “Beni serbest bıraktıkları gerçek mi?” dedi.
4