Page 47 - Türk Dili ve Edebiyatı 10 | Kazanım Kavrama Etkinlikleri
P. 47

10        TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI 10                          Ortaöğretim Genel Müdürlüğü




                 Neydi bu duvar? Ne zamandan kalmaydı? İlk Çağ’dan pek olamaz, diyorduk. Bizans mı yok-
            sa dalın yeni mi? Motifler basit, eldeki derme çatma malzemeyle meydana getirilmişti. Tırmıklar
            içinde kalmak pahasına daha da ileriye daldık. Denizden görülen taş yapılara vardık. Büyük, ke-
            merli pencerelerle açılan iki tane dört köşe yapıydı bunlar. Birinin yıkılmış duvarı dışarıya doğru
            bir kavis çizer gibiydi. Kalan duvarlarda düşmüş kabartmaların izleri vardı sanki. Merakımız son
            haddine varmıştı. Bir küçük kilise mi bu yoksa Bodrum çevresinde çok rastlanan sarnıçlardan biri
            mi? Duvar da bir manastırı çevreleyen sınır olmasın? Habire tahminler yürütüyor, fotoğraflar çe-
            kiyorduk. Ama güneş ha battı ha batacak. Her birimiz bir tarafa saptık, kaybolmamak için ikide
            bir Hu! diye sesleniyorduk. Birdenbire içime bir korku girdi: deniz çok çırpıntılıydı, ya bu adadan
            kayığa dönemezsek? Korktuğum kadar varmış. Yola çıktığımızda fazla yüklü olan bot su almaya
            başladı, yanımızda bir kap yoktu ki suyu boşaltalım. Zaten kıpırdamaya gelmezdi yoksa bir dalgay-
            la devrilirdik. Bir ara ıskarmozun biri denize uçtu. Mehmet kahraman kesilmişti, bir tek kürekle
            ıskarmozun olduğu yere kadar gitti, onu aldık, yerine koyduk. Mehmet büyük bir soğukkanlılıkla
            kürek çekiyordu. Yahu şu tirhandildekiler hâlimizi görmüyor muydu? Yaklaşıp da bizi alsalar ya!
            Düşünüyorduk içimizden. Ne bilelim ki Balıkçı uykuya dalmış, bize gitmeyin demekle Paluko öde-
            vini görmüş sanıyordu. Kan ter içinde gemiye vardık.
                 Brobro Kaptan akşam yemeğini hazırlamıştı ama pinaları suda haşlayacağına yağda kızart-
            mıştı. Kap kara vıcık vıcık bir şey koydu karşımıza. Zaten balık ve deniz hayvanı yemekten bıkmış-
            tık. (…) Gönlümüz o kadar doluydu ki bir fikir ve söz ziyafeti çektik kendimize. Dünya uygarlığının
            köklerini içinde taşıyan Anadolu toprağının hep yeni filizler verdiğini şu el değmemiş, ayak bas-
            mamış Şehir Adası'nda görmemiş miydik? İnsanı durmadan bir şeyler aramaya, bulmaya çağıran
            bu toprak karşısında, bulunanı bilineni gözden geçirmek canlı bir zevk olmakla kalmıyor, Hitit'ten,
            Yunan'dan tutun da Mevlana'ya, Ömer Hayyam'a kadar şiir dünyasında dolaşırken Anadolu'da bi-
            rer sınır taşı gibi yükselen bu anıtlar arasında insanlık düşüncesinin hiç ardı kesilmeyen tatlı bir
            rüzgâr gibi estiğini görebiliyor insan. Fener ışığında ambar kapağı sanki bir akademiye dönmüştü.
            Paluko, Muço Hasan, Alev, Mehmet çepeçevre bağdaş kurmuşlar, konuşulanları dinliyorlardı. Son-
            ra yorulup sıra ile yatmaya gittiler. Gece yarısını çoktan geçmişti ki biz daha konuşuyorduk. Söz ve
            fikirlerimizin tükenmemesi, bitmek üzere olan bu yolculuğu daha da uzatmak içindi belki. Ambara
            inip yattığımız zaman saat iki olmuştu.
                 Uykuya yeni dalmıştık ki yanı başımda makinenin işlediğini duydum. Uyku sersemi yanımdaki
            Alev'e «Ne oluyoruz?» diye sordum. «Gidiyoruz» dedi. Aldırmadım, uyudum. Gözümü açtığım
            zaman, sabahın çamur rengi ışığı ortalığı sarmıştı. Balıkçı'nın bacakları ambar kapağından içeriye
            sarkıyordu. Eyuboğlu yerinde yoktu. Tirhandilin su üstünde hızla kaydığını duyuyordum. Güver-
            teden gergin bir konuşmanın tek tük sözleri geldi. Olan olmuştu. Gece biz uyurken Brobro, Paluko
            ve Hasan kalkmışlar, makineyi çalıştırmışlar, yelkeni açmışlar, Keramos'a filan uğramadan doğru
            Bodrum’a yol almışlar.
                 Saat henüz 5 olduğu hâlde Bodrum’a varmaya dört saat kalmıştı. Müthiş üzüldük ama iş işten
            geçmişti artık. Kararımız Bodrum'a çıkmak sonra başka bir kayık tutup Kuşadası'na kadar gitmekti.
            Öyle oldu. Birkaç saat Bodrum'da gezdik. Biz şehri, şehir de bizi tanıyordu artık.
                 Bizi Kuşadası'na götürecek kayık, üstü açık bir piyadeydi. Tirhandilden çok daha çabuk gidi-
            yordu ama ambarı yoktu. Açıkta yatacak, yemek pişiremeyecektik.
                 Paluko şilteleri evine götürmüştü. O gece tahta üstünde yatmaktan başka çare yoktu. Kahve
            pişirmek için bir ispirto ocağı almıştık. Ne var ki Bodrum’dan çıkar çıkmaz rüzgâr öyle sert esmeye
            başladı ki arta kalan iki üç kaşık kahveyi de döküp ziyan ettik. Balık çorbası, patates haşlaması ne
            gezer! Kuru ekmek ve Balıkçı'nın arkadaşı Galip beyin verdiği küçük bir teneke dolusu zeytinle yeti-
            necektik. Ama Galip beyin zeytinleri nefisti, İstanbul’dan beri bu kadar lezzetli bir meze yememiştik.
                  (…)
                 Açık denize çıktık. Acayip biçimleri ile Çatal Adaları karşımızda her an değişiyor, güneş alçal-
            dıkça koyulaşıyordu. Uzaktan Turgut Reis'in anıtını gördük. Deniz dalgalı, biz yorgunduk. Uyuduk,



          46
   42   43   44   45   46   47   48   49   50   51   52