Page 33 - Türk Dili ve Edebiyatı 11 | 2.Ünite
P. 33
Hikâye
ÜNİTE ÖLÇME VE DEĞERLENDİRME ÇALIŞMALARI
1-7. soruları Oktay Akbal’ın Gar adlı hikâyesinden alınan aşağıdaki parçaya göre cevaplayınız.
Bir yana çekilip garı seyre daldım. Sabahtı. Ayaz zehir gibi. Koca koca katarlar peronlar boyunca
dizilmiş duruyordu. İstanbul’dan gelen yataklının yolcuları eşyalarını hamallara yükletmekteydiler:
Garın sabah kalabalığını kent emiyor, tüketiyordu. Neredeyse katar birinci perondan ayrılıp, yerini
boş bırakacaktı. Yolcular otomobillerle evlere, otellere dağılacak, hamallar dinlenmeye gidecek, ga-
rın hoparlörü, birkaç saat için sesini kısacak, ortalıkta şişman gazete satıcısı, ne beklediği bilinmeyen
birkaç asker, tek tük hademelerin telaşlı gidip gelişlerinden başka bir şey kalmayacaktı.
(...)
Sıkıntılı bir kış sabahı bu. İnsanları, havası, garı, tren düdükleriyle kişiye bir genişlik, bir ferahlık
vermeyen günlerden. Bozkır kentinin insana yaşamayı unutturan, ağzını açıp etrafındakilere, suya sa-
buna dair iki çift söz söylemek arzusunu bile vermeyen, duyan, düşünen, hayal eden insanoğluna, bir
karıncanın, daha doğrusu gözleri bağlı bir dolap beygirinin, hep aynı renkle, hep aynı değişmezlikle
çizgili yaşantısını hatırlatan sayısı pek çok günlerinden. Kaçıp kurtulunamayan, yakamı elinden çekip
alamadığım, tekdüzeliğin içime kaybolmaz tortusunu boşalttığı bu anlarımda, bozkır kenti benim
düşmanımdır. Başını alıp yitip gideceğin, kimsenin seni tanımadığı, bir gördüğün evi, insanı, köşe
başını bir daha göremeyeceğin bir semti; hayallere bir sonsuzluk çizgisi çizen gökleri, denizleri; bir
kanepesinde kendini bütün iç sızılarından, üzerine geniş bir ağ gibi kapanıveren yaşama isteksizliğin-
den, bir kuşun kanadı, bir dal çıtırtısı, (...) bir ses, bir şarkı parçası, bir şimşekli bakışla seni kurtarıveren
caddeleri, parkları olmayan, ruhunu yok eden bir kenttesin. Sabah gardan geçersin, akşam tren yolla-
rından. Hep aynı insanlara, hep aynı değişmeyen bakışlara rastlarsın, hep aynı yolları, sinemaları, kah-
veleri, parkları görürsün. Kaçamazsın ellerinden. Nereye gitsen gelirler. Tek başına, geçmişin, anıların,
kişiliğin, gölgen, başıboşluğunla yapayalnız olamazsın. Kendi kendine, gözlerden uzak, bitemezsin,
tükenemezsin.
Gişe açıldı. Yataklının kibar yolcuları gittiler. Garsonlar gevezelikteler. Askercikler bilet alıyor. Sonra
çekilip gidiyorlar. Kimseler kalmıyor. Bir ben, atkım boynumda, kapı aralarında, gişe önlerinde gidip
geliyorum. Gar boş, sessiz, ölü. Soluk almadan uyuklayan bir eski zaman yaratığı.
Artık gitmeli. Bu sessizliğe dayanamazsın. Rüzgâra rağmen, boş, anlamsız bir asfalt yol boyunca
yürümeli. Dışarısı hayli soğuk olmalı, yakamı şimdiden kaldırmalıyım. Bir de gazete almalı. Boş kori-
dordan geçiyorum. Bir yanda, cam kapının kenarında, nerdeyse saydam denecek kadar beyaz, bem-
beyaz bir köylü kadın. Genç yaşta çökmüş bir adam yanıma yaklaşıyor. Âdeta sis içinden gelir gibi.
Ağzından buhar çıkıyor. Ellerinde beş on lira.
“Efendi, hastaneden çıkardık. Bilet alacaaz da, bu para yeter mi ki?”
Yeter mi? Yetmez mi? Kadının kâğıt beyazlığındaki yüzü, aralık kapıdan esen rüzgârın titrettiği
hayal insan. Garın ıssızlığı, loşluğu. Kara bir elin parmakları arasında beş, on lira. Elimle bir yer göster-
dim. Kadın sırtını kapıya dayamış. Camın yanında kâğıt beyazlığı. Kadının başı üzerinden bozkır ken-
tinin asfalt yolu görünüyor. Ta ötede kent. Anıtları var, binaları var, mağazaları, söylevleri, gürültüsü
var. Renkli renkli vitrinler. Kumaşlar. Sinemalar. Hayalimizdeki bin bir ışıklı geceleriyle... Bir yanda da
kâğıt gibi bir yüz... İncecik bir düş yaratığı, var yok arası... Belki de vardan çok, yok. Hiçbir zaman var
olmamış insanlarımız. Belki de onlar var değiller de, bize varmışlar gibi geliyor. Ya biz aldanıyoruz, ya
onlar... Ama belki de yalnız onlar var da, bizler anıtlarımız, gürültümüz, gazetelerimiz, kürklerimiz,
yataklı vagonlarımız, azametimiz, söylevlerimize rağmen var değiliz. Bizler, onlardan daha çok birer
hayal yaratığına benziyoruz. Asfalt yollar, blok apartmanlar, cayırtılı vitrinler. Bunlar, gerçekte olma-
yan, bize varmış gibi görünen yalnız bunlar belki de...
Artık, bu sıkıntılı bozkır kentinin upuzun asfaltında bomboş, yapayalnız değilsin. Sağında, solun-
da kâğıttan yapılmış insanlar ve kâğıttan bir dünya olduğunu görüyorsun, seziyorsun. Gerçek mi bu
dünya? Bunu, rüzgârın alıp uçurduğu bir tek cümlede aramalı:
“Efendi, hastaneden çıkardık. Bilet alacaaz da, bu para yeter mi ki?”
65