Page 12 - Türk Dili ve Edebiyatı 11 | 6.Ünite
P. 12
6. Ünite
İstanbul’un bu semtleri bu ağustos gününde, pislikten, tozdan, sıcaktan bitaptı. Her yerde harabe
çeşnisi, sıcağın arttırdığı bezginlik, bir yığın hasta ve yorgun çehre, fizyolojik çöküş göze çarpıyordu.
Şehir ve içinde oturanlar, o kadar birbirlerine benziyorlardı. Yorgun göz veya vücutla dört, beş metre
murabbaına sığdırılmış, tahtaları morarmış, kiremitleri kırık, cüssesi yana doğru yatmış evler birbirini
tamamlıyorlardı, ikisi de içinde doğdukları şehri tanımasa bir senaryo için hazırlanmış sanabilirlerdi.
Arasıra tıpkı caddedeki insanları ite-kaka geçen hususi otomobiller, lüks arabalar gibi, bu yıkık, bir
tarafı çarpılmış, pencereleri süsleyen sardunyalara varıncaya kadar sefaletin kemirdiği evlerin yanıba-
şında beyaz ve tahini boyalı eski bir konak yavrusu, mazideki zenginliğin, hayatın çiçeği lüksün, hâlâ
şaşırtıcı bir artığı gibi görünüyordu. Onların da çoğu boyasızdı. Açık, perdesiz pencerelerden bu mazi
artıklarıyla hiç de uyuşamayan biçare başlar uzanıyordu.
Onların yanıbaşlarında mimarisi meçhul, herhangi hayat standardına girmesi imkânsız, upuzun
veya tıknaz, biri öbürünü hiç tutmayan, semtin havasına sırtını çevirmiş, duvarları çivit boyalı kireçle
örtülmüş yirmi sene evvelki kârgir evlere tesadüf ediyorlardı.
İşte bu sefaletin, kirin, bakımsızlığın içinde tıpkı yolları dolduran, üstü başı perişan, sakat, yorgun,
iyi tıraş olmamış ve saçlarını düzeltmeğe vakit bulmadan sokağa fırlamış kadın ve erkeklerin arasında
kıyafetinin perişanlığını bakışlarıyla, endamıyla, şahsiyetinin kudretiyle yenen ve çehreden başka bir
şeye dikkat imkânını insanda bırakmayan kadınlar gibi birdenbire umulmadık yerde yaldızlı taşı kırık
bir geçmiş zaman çeşmesi parlıyor, biraz ötede kubbesi yıkılmış bir türbe düzgün ve vakur cephesiyle
kendisini gösteriyor, daha sonra içinde bir yığın çocuk cıvıltısı ile beyaz mermer sütunları yere dev-
rilmiş, damında incir ağacı veya selvi bitmiş bir medrese meydana çıkıyor, nasılsa ayakta kalmış bir
cami, geniş avlusuyla, sükûnetiyle sizi dünya nimetlerinin ötesine dâvet ediyordu.
Kocamustafapaşa’ya vardıkları zaman, epeyce yorgundular. Evvelâ camiin önündeki kahveye
oturup çay içtiler. Sonra türbeyi gezdiler. Nuran kurumuş çınarı muhafaza için etrafına çekilen par-
maklığa, Yesavi yazısıyla fırdolayı yazılan bu çınarın ve yerin hikâyesine bayıldı.
Ona öyle geldi ki, Sünbül Sinan hâlâ bu çınarın altında oturmaktadır. Bu kurumuş ağacın muhafa-
zasına gösterilen itina, bu ölüm bahçesine, büyük sanat eserlerine has bir derinlik veriyordu.
Buna mukabil türbe mimarisizdi ve içinde dört asır hayata yattığı yerden tesir etmiş bir ölü
vardı. Duvarlarına, parmaklıklarına eller sürülüyor, dualar ediliyordu. Hastaları iyileştiriyor, ümidi
olmayanlara ümit kapıları açıyor, dünyaları yıkılmış olanlara ölümün ötesinde ışıklar gösteriyor, sabır,
feragat, tahammül öğretiyordu.
— Nasıl bir adamdı bu?
— Bunların hepsi mânevi vazifelerine inanmış, muayyen bir ruh nizamından geçmiş, nefislerini
terbiye etmiş insanlardı. Onun için şahsiyetlerini ölümden ötede bile kabul ettirdiler. Sünbül Sinan
öbürlerinden biraz daha başkadır. Evvelâ büyük bir âlimdi. Sonra da şakacı ve hazır cevaptı.
Bir müddet durdu, sonra gülerek ilâve etti:
— Hepsinin bir yığın ince tarafı vardır. Burada yatan adamın, bilir misin Sünbül lâkabı nereden
gelir? Sarığına mevsiminde sünbül takarmış. İstanbul mevsimlerini sevebilecek kadar bize yakın.
— Ya Merkez Efendi? O nasıldı?
— O büsbütün başka türlü idi. Hattâ en muzır hayvanlara bile fenalık edemezdi. Kediyi çok sevdiği
halde “Komşumuz fareleri ızrar eder” diye evinde kedi bulundurmamış. Sen bir ruh saltanatının kolay
kolay kurulacağına inanır mısın?
Nuran düşünüyordu: “Acaba şimdi böyle adamlar var mı?”
— Ne kurtarıcı düşüncenin, ne de ermenin kapısı kapanmayacağına, Allaha giden yollar daima
açık olduğuna göre, olması lâzım.
166