Page 25 - Türk Dili ve Edebiyatı 11 | 6.Ünite
P. 25

Roman



               dedi. “Selim’in annesine gidip başsağlığı dilemeliyim. Cenaze kalkalı neredeyse on gün olacak; hiç
               uğramadım. Gücenir sonra.” “Kahvaltı etmeden mi gidiyorsun?” diye sordu karısı. “Döndüğümde bir
               ‘Büyük Kahvaltı’ ederiz. Şimdi canım bir şey istemiyor.” “Sen bilirsin. Sonra acıkacaksın.” Ben bu filmi
               daha önce görmüştüm, diye düşündü Turgut.
                  Kapının zilini çalarken, birden yaptığı işin anlamsızlığını hissetti. Fakat kapı açıldı ve Müzeyyen
               Hanımın yorgun ve sarı yüzü göründü. Hiçbir şey söylemeden Turgut’u içeri aldı. Oturma odasına
               geçtiler. Radyonun yanındaki koltukta genç bir adam oturuyordu. Zayıf, uzun boylu, solgun yüzlü
               ve gözlüklü biriydi bu. Acı bir surat takınmış bir adam, Turgut’un daha önce görmediği biri... Orada
               kimseyi bulacağını düşünmeyen Turgut’a, tavırları sahte gelen biri. Selim’in annesinden başka bir
               insanı görmeye hazırlıklı olmadığı için, ona yabancı ve iğreti gelen bir “arkadaş”. Ben, her ne pahasına
               olursa olsun buraya geldikten sonra, benden önce nasıl birisi aynı durumda olabilir? Üzülme canım,
               rastlantı; resmî bir ziyaret olmalı. “Burhan Bey de eksik olmasın aramış beni. Selimciğimin çok iyi bir
               arkadaşıydı.” İnsan, hiç olmazsa, sizden iyi olmasın, der. Büyük fedakârlıklarla getirmiş olduğumuz
               Turgut Özben, tam sahneye çıkmak üzereyken... “Tanışıyor muydunuz?” Her zaman, birisi sizden önce
               davranır. Oysa, gelip geçici biridir bu. Sinemada, sizden önce, son boş koltuğu alan kör bir yabancı.
               “Hayır,” dedi. “Yalnız... Selim bahsederdi. Şimdi, Ankara’da bulunuyorsunuz, zannedersem.” Demek,
               Burhan buydu. Selim’in onlara tanıştırmaktan kaçındığı ‘esaslı’ arkadaşlarından biri. Selim, farklı çev-
               relerdeki arkadaşlarını birbirine tanıştırmayı sevmezdi. “Hoşlanmazsın,” diye kestirip atardı. ‘Yüksek’
               arkadaş çevrelerinde üniversite arkadaşlarından utanırdı Selim. “Seni elevermemizden korkuyorsun,”
               diye saldırırlardı Selim’e kantinde. Hepimiz, tanımadan, sevimsizliklerine inanırdık bu adamların. Bu
               yüksek arkadaşların da bizi tanımadan sevimsiz bulduklarını bilmeseydi, tanıştırmaktan kaçınır mıy-
               dı? Ben bile zorlukla barınabiliyorum aralarında; sizi hemen yutarlar, demek isterdi kantindeki arka-
               daşlarına. Turgut da, bu eski ve tatsız hatırlamanın verdiği soğuklukla, ‘Ankara’da bulunuyorsunuz’
               gibi, ilk görünüşte masum, fakat hiçbir kantin arkadaşının, gerisinde gizlenen istihzayı kaçırmayacağı
               sahte bir incelikle yere vurmuştu Burhan’ı. Burhan da kantincilerin bu durumda ifade etmekten çe-
               kinmeyecekleri bir deyimle ‘yerin dibine geçmişti’. Kimleri yerin dibine geçirmedik kantinde, kendi-
               lerinin haberi olmadan. Güner döverdi muhakkak bu adamı hiçbir nedene dayanmadan. Hiç nedeni
               yok da denemez bir bakıma; Selim’e, ‘arkadaşlarının’, Güner’e tanıştırmaktan utandığı arkadaşlarının,
               ne kadar zayıf olduğunu göstermek gibi bir bahane bulunabilirdi. Sen, benden, gerçekten çok geri-
               sin Burhan. Bana bakarken bu kadar çeşitli ve çelişik duygularla kendini yiyebilir misin? Sen, sadece
               soğuk bir kayıtsızlık gösterebilirsin. Sonra da kendine, benim anlayamayacağım derin bir pay çıkarır-
               sın bundan. Ne çıkardığın da pek belli olmaz. Kalın camlı gözlüklerinin gerisinde ne düşündüğünü
               kimse anlayamaz. Selim olsa çırpınırdı: “Daha elini sıkmadan mahkum ediyorsunuz adamı.” Kayhan
               da olsa cevabı kaçırmazdı: “Tarih de bizi.” Sonunda sen kaybediyorsun Turgut. Olsun. Demek Burhan
               bu. Selim’in bahsettiği Burhan. Neden beklemedim? Belki de o: “Selim sizden bahsederdi,” diye atı-
               lırdı. Hayır. Atılmazdı. Benimle ilgisi sınırlı. İşte gene kaybettim. Neden acele ettim? Burhan kendini
               tuttu, konuşmadı. Böyle bir meselesi yok aslında. O zaman da kendi kaybeder. Kaybeder ama, şu
               Burhan da neden ağırlık taslar, mollalar gibi? Bu Selim de, insandan hiç anlamazdı. (...) Turgut kendi-
               ne gel, adamın bir şey dediği yok. Eski huyların ortaya çıktı gene. Çıksın! Eski huylarımdan kaçmakta
               acele etmişim anlaşılan. Bu ‘olay’ karşısındaki zayıflığımdan anladım bunu. Yeni huylarımla büsbütün
               gülünç oldum. (...) Şimdi de Müzeyyen Hanıma döndü. Onunla, bir anayla nasıl konuşulursa öyle
               konuşur herhalde. Ben de kendimi ele vermeyeceğim daha fazla. Senden sonraya kalmakla da Selim’i
               daha çok sevdiğimi göstermiş olacağım. Efendim?
                  “Ne söyleyeceğimi bilemiyorum,” diyordu Burhan. Ben de bilemiyorum. Birden mahzunlaştı. Bana
               anlatabilirdin Selim. Böyle bir durumda kim dinlemezdi ki seni? Ne yaptın son aylarda? Anlamasam da
               dinlerdim seni. Bir “hukukumuz” vardı hiç olmazsa. Ölümcül düşüncelerini hafifletirdi bir insanın var-
               lığı belki. Belki de anlatmaya çalıştın birilerine. Kim bilir? Anlatamadın; belki o insanın yüzüne bakar
               bakmaz anlatmanın yararsızlığını gördün. Bu düşüncelerle çevresini, Burhan’ı, ona duyduğu sebepsiz
               öfkeyi unuttu; kendini bıraktı bir süre. Gözü, bir koltuğun üzerindeki dantele takıldı; hissetmeden ona




                                                                                                            179
   20   21   22   23   24   25   26   27   28   29   30