Page 26 - Türk Dili ve Edebiyatı 9 | 5.Ünite
P. 26

5.  Ünite




                  3-8. soruları Peyami Safa’nın Mahşer adlı romanından alınan aşağıdaki parçaya göre cevaplayınız.


                  Nihad, vapurun İstanbul’a girişini görmek için geceleyin uyandı, güverteye çıktı, karnını demir
                  parmaklıklara yaslıyarak, üç senedir hasretini çektiği İstanbul’a gözlerini kırpmadan baktı.
                  (...)
                  Güverte parmaklığının kenarına kollarını çaprazlayarak dayamış, kaputunu omuzuna almış bir
                  binbaşı, sırtını büyüterek iki kolunu da İstanbul’a uzattı ve bağırdı:
                  — Ah! Kavuşuyoruz!

                  Ve demirlere sürtünerek Nihad’ın yanına geldi, kendisinden üç rütbe aşağı ihtiyat mülâzımının
                  ellerinden yakaladı:

                  — Biliyor musun Nihad Bey, kaç senedir İstanbul’da değilim? Tam sekiz sene! Dile kolay sekiz sene...
                  tam sekiz senedir karımı da, çocuklarımı da görmedim. Trablus harbinden Balkan’a, oradan Irak’a,
                  nihayet Çanakkale’ye!.. vallahi, rabbena hakkı için söylüyorum, şimdi, bu rüya gibi geliyor, İstanbul’a
                  kavuşacağımı çoktandır haritadan silmiştim. Şimdi bile buna inanamıyorum. Düşün, yahu, Nihad
                  Bey, sekiz sene bu be, düşün, beni görünce onların duyacakları sevinci düşün!
                  Binbaşı kaputunun kollarını bir silindir gibi gözlerinin üstünden geçirdi.
                  Düdüğün uzun ve keskin bir akisle havada çatlayan sesi, güvertede üstüste, tıklım tıklım yatan
                  binlerce asker başını kımıldatarak boşlukta salladı ve bir câmi halkını secdeden kaldırır gibi ço-
                  ğunu bir anda yerlerinden oynattı. Kimi bitik, ezgin, kimi yaralı, hasta, kimi üstünde bir iğne ucu
                  beyaz yer kalmamış kanlı sargılar içinde birbirlerine kenetlenen bu insanlardan, biraz kımıldaya-
                  bilmek için elini, dirseğini, dizini yere dayayarak vücutlarını yukarı almağa çalışanlar olduğu gibi,
                  içlerinde hiç mi hiç kalkamayacaklar da vardı!
                  (...)

                  Sirkeci iskelesine ayak basar basmaz, lâhzada bütün İstanbul’u çarçabuk dolaşmak istiyormuş
                  gibi, hızlı hızlı yürüdü, fakat birkaç adım sonra durakladı. Bacakları, üç senelik harb yorgunluğunu
                  birdenbire duymuş, uyuşmuş, (...), ot gibi sallanıyor, vücudunu taşımıyor, sırtındaki eşyası, göğ-
                  sünü geriye atmış, omuzlarını ileriye fırlatmış; başka bir yükmüş gibi kafasının ağırlığını duyuyor.
                  Karnı da aç, böyle yol yürümek mümkün değil. Birçok askerler gibi, simitçilerden birine yaklaştı.
                  Bomboş midesinin bir iki lokmaya ihtiyacı var. Yirmidört saattir hiçbir şey yememiş. Simidi ısırırken
                  diş etleri acıdı. Damağı kurumuş, katılaşmış, yer yer çatlamış, simidin tadını hissedemiyor, lokma-
                  lar boğazından birer çıra parçası gibi geçiyor. Orada iki halkayı da hemen yedi, bitirdi. Harbin baş-
                  langıcından beri, birçok sabahlar cepheden dönenlere taze simit yetiştiren ihtiyar adam, gencin
                  yüzünde bütün dikkatini biriktiriyordu.

                  Nihad, Babıâli yokuşunu ağır ağır, sallana sallana tırmandı.
                  Cephede her vakit söylediği bir havayı ıslıkla tutturarak, askerî çadırın içinde gezinir gibi elleri ce-
                  binde, başı ve kalpağı biraz öne doğru eğilmiş, adımları gevşek, yorgun ve hafif yürüyor, kundu-
                  rasının tahta ökçeleri, ıssız Babıâli kaldırımlarına vurdukça, bir çekiç sesiyle ötüyordu. Bu haliyle
                  yersiz-yurtsuz bir serseriden farksız, gecenin tek tük bazı yolcularının şüphesini uyandırıyor.
                  Üstündeki askerî elbise iyice yıpranmış, ceketinin buruşuk ve bol kolları, çiviye asılı birer kuşak gibi
                  sarkıyor; dört gündür tıraş olmaya da vakit bulamamış, kumral tüyler, yüzünün penbe derisinde
                  çoğalarak çenesini ve yanaklarını bir çuha parçası gibi sıkmıştı, hem azimkâr, hem yorgun, parlak
                  ve süzgün elâ gözleri ince, kıvrık, düzgün burnu, ensiz, toplu solgun dudaklarıyla güzel bir genç,
                  ama, harp dönüşünün bu sünepeliği içinde, uzaktan çirkin, hatta korkunç görünüyor, polis müte-
                  ferrikasından sıvışmış bir sabıkalıya benziyordu.





      166
   21   22   23   24   25   26   27   28   29   30