Page 80 - Sosyal Bilimler Liseleri Oku-Yorum Yazı-Yorum Projesi Öğrenci Seçkisi
P. 80
KİBRİT
Annem ve babama merakımı gidermek için bir şey hakkında her soru soruşumda “ Deli misinkızım ?”
tepkisiyle karşılık alırdım çoğu zaman. O kadar ki bazen gerçekten deli olduğumu düşünür, soru sormaktan
vazgeçerdim. Aklım artık iyice ermeye başladığında, delilik tedavi edilmesi gereken bir hastalık mıdır, yoksa
asıl akıllı olanlar deli denilenler midir diye aklımdan geçirirdim. Delilik konusunu merak edip tıbbın ve fel-
sefenin akıl ve delilikle ilgili yaklaşımlarını her okuduğumda, ortaya insanların normal düşünce tarzının dı-
şında düşünce ve fikirlere sahip olanlardır diye bir çıkarımda bulunduğumu görme imkânına sahip oldum.
Felsefenin ortaya çıktığı Antik Yunan’dan günümüze kadar soru sorup anlam çıkarmaya, bilgi üret-
meye çabalayan felsefi akımlar nedense normal olanlardan yana tavır almış, akli melekelerini yitirenlerin
dünyasına yeterince dokunmamıştır. Oysa esas anlamlandırılması gereken şey normalin dışındaki aklı açık-
layabilmek olmalıdır.
İkizler paradoksunu bilir misiniz? Diğer bir adı “özel görecelilik” de olan bu paradoksta ikiz
kardeşlerden birini uzaya ışık hızıyla gönderirseniz, dünyaya döndüğünde uzaya gidenin dünyada kalan
göre daha yaşlandığına tanık olursunuz. Işık hızı onun daha yaşlanmasına sebep olur. Zaman ve algının da
böyle bir ikilemi ve gerçekliği var. Delilik ve akıllık da buna benzer bir paradoksu barındırıyor içinde. Bizler
kendi algı ve acımasızlığımızla uzaya çıkanların temsilcileriyiz, deli dediklerimiz de yeryüzünde kalanların
temsilcileridir. Bir sabun köpüğü misali kurduğumuz hayatlar acıyla sönerken onlar hep aynı kalabildiler.
Bu ikilem en azından bende zamanla bir değişikliğe uğradı. Aslında delilerin akıllı, akıllıların da deli
olabileceğini düşündüm çoğu zaman. Çünkü berber olan babamın hayatındaki bir olay böyle düşünmeme
sebep oldu. Sadece babamın onu tıraş etmesine müsaade eden Deli Orhan, namı diğer Orhan Benvan yani
Orhan amcanın hayatı bende bu algının oluşmasını sağladı. Orhan amca Güzel Sanatlar Fakültesini yarıda
bırakılmış ve memleketine dönmüş, daha sonra da bozulan psikolojisi yüzünden ailesi, çevresi ve arkadaş-
ları tarafından dışlanmış bir insandı. Kısa boylu, zayıf, yanakları içe çökmüş, masmavi gözlü, saçları sakalları
kırçıllı, gür saçlı biriydi Orhan amca. Sadece babama tıraş olur, kendine verilen paraları babama emanet
eder, ihtiyacı olunca babamdan isterdi. Kimseyle göz teması kurmaz, kibrit yakmayı çok sever, yakmadığı
kibritlerin üzerine elindeki kalemle yazılar yazar, sonra yakıp atardı. Orhan amca, ona yapıştırılan delilik
sıfatının farkında değildi. Bu sıfatın onun için hiçbir anlamı yoktu. Kendi için normal olan kendi hayatıydı.
“İnsan, hayatında sıkılmakla acı çekmek arasında tercih yapmak zorundadır.” demiş Germaine de
Staël. Orhan amca da tam böyleydi işte ne sıkıldığını ne acı çektiğini anlardınız. Aslında acı çekenler, ona o
gözle deli gözüyle bakanlardı aslında. Orhan amca’nın kaldığı ev şehrin tam ortasında eski tip ateş tuğla-
sından yapılmış, bahçe içinde bir evdi. Her sabah olduğu gibi o sabah da erkenden açmış dükkânı babam.
Saat sekiz sularında şehirde Orhan amca’nın yaşadığı bölgede yoğun dumanlar yükselmeye başlamış. Ba-
bamın aklına ilk gelen şey Orhan amca olmuş. Orhan amca’nın evinde yangın çıkmış ve Orhan amca da
yanarak can vermiş. Sonra… Sonrası malum. Üzüntüsünden haftalarca dükkânı açmayan babam, dükkânı
açmış Orhan amca’nın emanetlerini olduğu çekmeceyi çekmiş. Onun emanetlerine bakmış, sonra ondan
kalan büyük boy kibrit kutusuna bakıp kibritin kutusunu açıca kibrit çöplerinin üzerindeki yazılar dikkatini
çekmiş. Yazıları okuyamayınca dükkânın yanındaki saat tamircisinden saat tamirinde kullandığı büyütecini
alıp kibrit çöplerindeki yazıları okumaya başlamış.
“Uçurumda açan çiçek/seslenmiş uçuruma,/ yurdumsun ey uçurum.”
“Bir insanı üzmek /yanlış kaynamış bir kemik gibidir/hem üzdüğün insanı hem de seni acıtır.”
78