Page 305 - Türk Dili ve Edebiyatı - 10 | Beceri Temelli
P. 305

Ortaöğretim Genel Müdürlüğü                         TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI 10          149

             4. ÜNİTE > Destan/Efsane          Kazanım A.2.8: Metinde anlatıcı ve bakış açısının işlevini belirler.
             Alan Becerileri: Okuma Becerisi  Genel Beceriler: Eleştirel Düşünme Becerisi
             Etkinlik İsmi                       Efsane ve İnandırıcılık                         30 dk.

             Amacı     Metindeki anlatıcının okuyucu üzerindeki etkisini anlayabilmek.           Bireysel

             Yönerge  Aşağıdaki metni okuyunuz. Metinden hareketle soruları cevaplayınız.
                     (Metin, aslına sadık kalınarak alınmıştır.)
                                               Cennet Bursa Efsanesi
             Vaktiyle her Süleyman’dan içeri bir Hazreti Süleyman varmış; alnında peygamberlik nuru yanar, başın-
             da hükümdarlık tacı parlarmış; Allah, ona “mührü Süleyman” derler tılsımlı bir mühür ihsan etmiş; bu
             sayede dağa, taşa hükmeder; kurda, kuşa sözü geçermiş…

             Oturduğu taht desen ne altın, ne fildişi;  bir tahtırevanmış! Dur derse durur; yürü derse yürür; uç derse
             uçarmış. Böylece dünyanın dört bir yanını dolanır; ağlayanla ağlar, gülenle gülermiş. Günlerden bir
             gün tahtına kurulur; sağ yanına sağ vezirini, sol yanına sol vezirini alıp havalanır göklere… Dağlar eğim
             eğim eğilir; yollar erim erim erir; bir göz yumup açıncaya kadar gelir, dağların dağı Uludağ’ın tepeci-
             ğine iner, bakar ki ne baksın! Bu dağın bir kanadı ses, bir kanadı renk; bir kanadı su, bir kanadı ışık!
             Hazreti Süleyman: “Yaratan neler yaratıyor!” diyerek parmağı ağzında kalakalır. Neden sonra kendine
             gelip sağına döner, sağ vezirine: “A benim vezirim; sen çok gezdin, çok gördün; imdi dünya gözüyle
             bakınca bu yerleri nasıl görüyorsun?” diye sorar.
             Sağ vezir: “Ey benim sultanım, efendim, Allah her güzelliği buraya vermiş ama bunları görüp duyacak,
             derleyip koklayacak biri olmadıktan sonra neye yarar?” deyince Hazreti Süleyman, bu söze mührünü
             basar.
             Sonra sola dönüp sol vezirine:  “A benim vezirim; sen çok yaşadın, çok bilirsin; dünyada bu güzellikler-
             den üstün bir güzellik daha var mı?” diye sorar.

             Sol vezir de aynı dilden cevap eyleyip: “Var sultanım, var! Öyle ya! Dal dal ötüşen kuşların sesi güzeldir
             ama gönül yaylasını saran insan sesi daha güzeldir… Burcu burcu kokan güller güzeldir ama hiçbiri gül
             yanaklar gibi domur domur açılmaz. Şu uçsuz bucaksız mavi su güzeldir ama bir damla gözyaşının ya-
             nan yüreklere verdiği ferahlığı veremez. Şu pırıl pırıl gökyüzü güzeldir ama hiçbir ayın on dördü sultan
             gibi, ay ile bahsedip gün ile doğamaz.” deyip kesince Hazreti Süleyman, bu söze de mührünü basar ve
             son sözü kendi alır:
             “Ey benim vezirlerim! Bu yerlerin bir ‘insan’ eksiği var. Dediğiniz gibi bu güzellikleri görüp duyacak
             biri olsaydı ya dile getirir ya tele getirir de böyle kaybolup gitmezdi, bu bir! Üstelik bunlara her güzel-
             likten üstün bir de insan güzelliği katılırdı, bu iki! “İmdi, siz de benim bu sözüme bir ‘mim’ korsanız şu
             yaylaları yurt edinelim… Bir saray yaptıralım, köşkü beraber; içinde bahçesi, suyu beraber... Bu saraya
             güzeller güzeli Belkıs’ın tahtını kuralım; bu bahçeye de dilediği gülü, bülbülü konduralım ve lakin köş-
             kün anahtarı bende kalsın!”
             Vezir vüzerası mim koymaya kalmaz; dağ taş dile gelip: “Belkıs, Belkıs!” diye inim inim inler... Hazreti
             Süleyman o saatten sonra tezi yok, perilerini başına toplayıp onlara danışacak olur, ama perilerden bir
             peri, niyetini gözünden okuyup ağızsız dilsiz anlatır ona:
             “Ya Süleyman; ‘Can kavmi’ derler bir kavim vaktiyle buralarda bir şehir kurmuştu. Bin yıl dövüştüler
             durdular ya, son sonu ne onlara kaldı, ne bunlara; tufan erişip sular altında kaldı şehir! İşte bu dağın
             eteğinde gördüğün göller, göl değil, o tufanda göllenip kalmış sudur; o şehir de, sözüm ona, bu göller-
             den birinin altında yatıp duruyor…” deyince, Hazreti Süleyman mührü Süleyman’ı basar, vüzerası da
             birer mim kor bu söze…
             Bunun üzerine su perileri sulara dalar; gölleri boşaltıp can şehrini ortaya çıkarırlar. Dağ perileri de dağ-
             lara tırmanır, getirecekleri kadar getirip, mermer taş, mermer direk bir saray kurarlar, köşkü beraber,
             bahçesi, suyu beraber.
             Periler bu hayhayda iken Hazreti Süleyman kuşun kanadıyla her yana haberler gönderip cümle ela
             gözlüleri buyur eder. Nerde var nerde yok, ela gözlüler de gelir, bu şehre yerleşir; Belkıs Sultan da varıp
             sarayına, tahtına kurulur; şehir şehir olur, saray da saray!



                                                                                                   303
   300   301   302   303   304   305   306   307   308   309   310