Page 30 - Türk Dili ve Edebiyatı - 9 | Beceri Temelli
P. 30

Ortaöğretim Genel Müdürlüğü                          TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI 9          13

             2.ÜNİTE > Hikâye     Kazanım: A.2.2. Metnin türünün ortaya çıkışı ve tarihsel dönem ile ilişkisini belirler.
             Alan Becerileri: Okuma Becerisi  Genel Beceriler: Eleştirel Düşünme Becerisi
             Etkinlik İsmi                HİKÂYE TÜRÜNÜN TARİHÎ GELİŞİMİ                         25 dk.
             Amacı      Hikâye türünün ortaya çıkışını  ve yazıldığı dönem ile ilişkisini kavrayabilmek.  Bireysel


             Yönerge   Sait Faik Abasıyanık’ın “Dülger Balığının Ölümü” adlı hikâyesini okuyunuz. Aşağıdaki soruları
                    metinden yola çıkarak cevaplayınız.

                                            DÜLGER BALIĞININ ÖLÜMÜ

              Hepsinin gözleri güzeldir. Hepsinin canlıyken pulları kadın elbiselerine, kadın kulaklarına takılmaya değer.
              Nedir o elmaslar, yakutlar, akikler, zümrütler, şunlar bunlar? Mümkün olsaydı da balolara canlı balıksırtlarının
              yanardöner renkleriyle gidebilselerdi bayanlar; balıkçılar milyon, balıklar şan ü şeref kazanırdı. Ne yazık ki
              soluverir ölür ölmez, öyle ki, büzülmüş böceklere döner balıksırtının pırıltıları. Benim, size ölümünü hikâye
              edeceğim balığın öyle parıltılı, yanardöner pulları yoktur. Pulu da yoktur ya zavallının. Hafifçe, belirsiz bir yeşil
              renkle esmerdir. Balıkların en çirkinidir. Kocaman, dişsiz, ak ve şeffaf naylondan bir ağzı vardır: Sudan çıkar
              çıkmaz bir karış açılır. Açılır da bir daha kapanmaz.
              Vücudu kirlice, esmer renkte demiş miydim? Rum balıkçıların Hrisopsaros -Hristos balığı- dedikleri bu balık,
              vaktiyle korkunç bir deniz canavarı imiş. İsa doğmadan evvel, Akdeniz’de dehşet salmış. Bir Finikeli denize düş-
              meye görsün! Devirdiği Kartacalı çektirmesinin, belâdan, işkenceden yılmaz korsanı, dülger balığının adından
              bembeyaz kesilirmiş.
              Gezinirken sandallarını büyük bir korkuyla bırakıp kaçan balıkçılar görmüş. “Ne oluyorsunuz?” diye sorunca
              balıkçılara; “Aman” demişler balıkçılar, “elâman! Elâman bu canavardan! Sandalımızı kırdı, arkadaşlarımızı par-
              çaladı. Hepsinden kötüsü, balık tutamaz olduk, açlıktan kırılırız. ”İsa, yalınayak, başıkabak, dülger balıklarının
              yüzlercesinin kaynaştığı denize doğru yürümüş. En kocamanını, uzun parmaklı elleriyle tutup sudan çıkarmış.
              İki elinin başparmağı arasında sımsıkı tutmuş, eğilmiş, kulağına bir şeyler söylemiş. O gün bu gündür dülger
              balığı, denizlerin görünüşü pek dehşetli, fakat huyu pek uysal, pek zavallı bir yaratığıdır. Birçok yerlerinde çi-
              viye, kesere, eğriye, kerpetene, testereye, eğeye benzer çıkıntıları, kemikle kılçık arası dikenleri vardır. Dülger
              balığı adı ona bunlardan ötürü takılmış olmalı.
              Bütün bu alat ü edavatın dört yanını, şeffaf naylondan diyebileceğimiz işlemeli bir zar çevirmiştir. Kuyruğa
              doğru bu incecik zar azıcık kalınlaşır, rengi koyulaşır, bir balık kuyruğunun biçimini alır.

              Oltaya tutuldu muydu dünyasına, sulara küsüverir. Nasıl bir korku içine düşer kim bilir? Onun için dünya
              bomboştur artık. Oltadan kurtulsa da fayda yoktur. Suyun yüzüne yamyassı serilir. Kocaman gözleriyle insana
              mahzun mahzun bakar durur. Sandala aldığınız zaman dakikalarca onun sesini işitirsiniz. Ya, sesini! Bir o, bir
              de kırlangıç balığı sandalda ölünceye kadar ikide bir feryada benzer, soluğa benzer acı bir ses çıkarır. İnce zar-
              dan ağzını bir kere ağlara vurmasın, küstüğünün resmidir dülger balığının.
              Bir gün, balıkçı kahvesinin önündeki; yarısı kırmızı, yarısı beyaz çiçek açan akasyanın dalına asılmış bir dülger
              balığı gördüm. Rengi denizden çıktığı zamandı. Yalnız aletlerinin etrafını çeviren incecik, ipekten bile yumuşak
              zarları titreyip duruyordu. Böyle bir oynama hiç görmemiştim. Evet, bu bir oyundu. Bir görünmez iç rüzgârının
              oyunuydu. Vücutta, görünüşte hiçbir titreme yoktu. Yalnız bu zarlar zevkli bir ürperişle tatlı tatlı titriyorlardı.
              İlk bakışta insana zevkli, eğlenceli bir şeymiş gibi gelen bu titreme, hakikatte bir ölüm dansıydı. Sanki dülger
              balığının ruhu, rüzgâr rüzgâr, bu incecik zarlardan çıkıp gidiyordu; bir dirhem kalmamışçasına.
              (...)

              Kenarları süsleyen zarların oyunu çabuklaşmaya, balık da, git gide, saniyeden saniyeye pek belli bir halde beyaz-
              laşmağa başladı. İçimde dülger balığının yüreğini dolduran korkuyu duydum. Bu, hepimizin bildiği bir korku
              idi:
              Ölüm korkusu. Artık her şeyi anlamıştı. Denizlerin dibi âlemi bitmişti. Ne akıntılara yassı vücudunu bırakmak,
              ne karanlık sulara, koyu yeşil yosunlara gömülmek. Ne sabahları birdenbire, yukarılardan derinlere inen, serin
              aydınlıkta uyanıvermek, günün mavi ve yeşil oyunları içinde kuyruk oynatmak, habbeler çıkarmak, yüze doğru
              fırlamak. Ne yosunlara, canlı yosunlara yatmak, ne akıntılarla âletlerini yakamozlara takarak yıkanmak, yıkan-
              mak vardı. Her şey bitmişti:

              Dülger balığının ölüm hali uzun sürüyor. Sanki balık su hava dediğimiz gaz suya alışmaya çalışmaktadır. Hani
              biraz dişini sıksa, alışması mümkündür gibime geldi. Bu iki saat süren ölüm halini, dört saate, dört saati sekiz
              saate, sekiz saati yirmi dörde çıkardık mıydı; dülger balığını aramızda bir işle uğraşırken görüvereceğiz sanı-
              yorum. Onu atmosferimize, suyumuza alıştırdığımız gün, bayramlar edeceğiz. Elimize görünüşü dehşetli, kor


                                                                                                    29
   25   26   27   28   29   30   31   32   33   34   35