Page 41 - T.C. İnkilap Tarihi ve Atatürkçülük - Ünite 2
P. 41

2. Ünite







             Bu tarihî günlere bir de İstanbul’dan bakalım:
             Gazeteye geldiğim vakit, Anadolu’nun birdenbire kapandığını söylediler. İs-
             tanbul ve Türkiye’nin işgal altındaki köyleriyle, memleketin öbür kısmı ara-
             sında hiçbir temas yapmaya imkân yoktu. Aradan 30 yıl geçti. O sabahki
             heyecanımın, şimdi bile gönlümü ürperttiğini duyuyorum.
             — Acaba Yunanlılar mı taarruza geçtiler?
             — Belki de bizimkiler...
             Tarihte hiçbir perde, kadar ağır bir kader sırrı üstüne inmemiştir. Ne Rumca
             ve Ermenice gazetelerde, ne İngiliz veya Fransız ağzı konuşanların sözlerin-
             de merak giderici bir yayıntı bile yoktu.
             Hepimiz Mustafa Kemal’in dehâsına inanırdık. Onun her şeyi, vara olduğu
             kadar, yoka da çevirecek bir zar atamayacağını biliyorduk. Fakat nasıl ha-
             ber almalı idi?
             Bütün günümüz, âdeta merak sancısı içinde geçti. Yalnız yemekten değil,
             düşünmekten kesilmiştik. Zırhlıları ile tümenleri ve alayları ile Birinci Dünya
             Harbi düşmanlarının zaferi, hâlâ İstanbul’un sularında ve sokaklarında idi.
             Bir tek umut, bir avuç askerde ve Mustafa Kemal denen bir isimdedir.
             Zaman geçtikçe umutsuzluğumuz arttı. Havadis duyurmakta Beyoğlu ga-
             zeteleriyle yarış eden ve üst üste kasabalar alındığı rivayetlerini uyduran bir
             Türkçe sürüm gazetesine kızıyorduk. Taarruz sökmüş olsa, bir tebliğ verir-
             lerdi. Durduk mu, geriledik mi? Ah, hiç olmazsa bir iki kasaba alsak da öyle
             dursak. Bir iki kasaba alıp durmayı nimet saymaya başlamıştık. Az da olsa
             bir başarıyı, halk güvenini arttırma yolunda kullanmak kolaydır. Bu, bir ede-
             biyat işidir. Fakat ya hiçbir şey yapamadıksa, ya geriledikse?
             Akşamüstü gene beynimizin içinde aynı burgu, kalbimizin içinde aynı ağrı
             Büyükada’ya gidiyordum. Güverte, tıka basa dolu. Türkçe konuşmayanlar-
             da, birbirinin sözünü kapan bir sevinç var. Sadece bu sevinç, bizi yıkmaya
             yeterdi. ‘’Ne olmuştu?’’ diye sormaktan korkuyorduk. Bir fena şey vardı.
             Kimseye bir şey sormaksızın onu zihnimizde de hafifletmeye uğraşıyorduk.
             İhtimal durmuştuk. Belki de bir iki noktada gerilemiştik. Ordu bozulmamış-
             sa bundan ne çıkardı? Yunanlılar da artık bitkin bir hâlde değil mi idiler?
             Aşağı yukarı bir uzlaşma yapabilirdik. Bu da, elbette Sevr Antlaşmasından
             daha iyi olurdu.
             Ölümü bir uyku, rahat bir uyku gibi arayarak sabahı ettik. İlk vapurun en
             görünmez köşesine sığınarak, iki büklüm köprüye indik. Bütün Türkleri, yas
             içinde bulacağımı sanıyordum. Bizimkiler utançlarından evlerinde mi kal-
             mışlardı? Bu gülüşler, bu çırpınışlar, bu el sıkışlar ne idi?
             Meğer bütün karargâhı ile Yunan Başkomutanı Trikopis esir olmuş. Size,
             kalbin ne kadar dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu yukarıda söyle-
             meseydim, burada söylerdim. Bir çocuk gibi sıçramaya başladım. Habere,
             havadise, telgrafa koşuyorum. Yunan ordusunu yok etmişiz ve İzmir’e ini-
             yormuşuz. Ben, ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ordulara ilk hedeflerinin
             Akdeniz olduğunu bildiren günlük emri okurken duyduğum zevki duyma-
             dım. Bu, bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üs-
             tünde bir şiirdi. Ne olmuştuk, biliyor musunuz? Kurtulmuştuk.
             Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal, sana ölünceye kadar o günün sevinci-
             ni ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim. Konuşmak için dilim,
             yazmak için kalemin tutuldu. İkdam’daki Yakup Kadri’yi aradım, ilk vapurla
             İzmir’e gitmeyi teklif ettim. Tuhaf şey: İzmir’in alındığı haberi geldiği vakit,
             içimizde artık sevinme gücü kalmamıştı. Gönlümüz, uzun ve derin uykuya
             dalmış gibi idi. Bir hastanın başında günlerce beklemekten sonraki yığılıp
             kalmaya benzer bir uyku.
             Hatta daha fazla ağlamalı bir hâl... Bir akşam önce şampanya bayramı ya-
             panların yüzlerindeki onulmaz yası gidip görmek düşüncesinden bile se-
             vinmiyorduk. Nemiz varsa, bağımsız bir devlet kurmuşsak, hür vatandaş
             olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuzu Batı’nın, vicdanı-
             mızı ve kafamızı Doğu’nun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim
             diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes
             alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos zaferine borçluyuz. Falih Rıfkı Atay,
             Çankaya, s. 390-391-392-393. (Kısaltılmıştır.)




            Abdülmecit Efendi, TBMM tarafından halife seçildi.           Lozan Barış Antlaşması imzalandı.

                                   1922                                                  1923
                                                                                        24 Temmuz      93
   36   37   38   39   40   41   42   43   44   45