Page 5 - Türk Dili ve Edebiyatı 10 | 7.Ünite
P. 5

ANI (HATIRA)





               Dikkat etmiştim. Ahmet Mithat Efendi’nin romanları okunurken annemle babam arasında küçük tar-
            tışmalar olurdu. Mithat Efendi, anlattığı hikâyeyi yarıda kesip başka konulara atlar, bilgiler vermeye giri-
            şirdi. O zaman annem, “Buraları atlayalım, içim sıkıldı” der, ama babamı kandıramazdı. Doğrusu önceleri
            anneme hak verdiğimi hatırlıyorum.
               Muhasebecilik göreviyle babam Serez’e giderken bizi de götürdüğü zaman sekiz yaşlarındaydım. Bu
            gece okumaları orada da sürdü. Ama kolayca uykum gelmediği için romanları daha çok ilgiyle izleyebili-
            yordum.
               Monte Kristo’lar, Hasan Mellâh’lar, Hüseyin Fellâh’lar ve adlarını şimdi unutmuş olduğum daha birçok
            roman… Hepsi birer birer, aile ocağımızın o durgun, sessiz ve içten yaşamına güzellik ve coşku kattılar.
            O günlerde babam görevle gittiği Selânik’ten dönerken bana Ahmet Mithat Efendi’nin Hayret romanını
            getirdiği vakit, akla gelebilecek bütün armağanlardan daha çok sevindirmişti beni.
               Artık ben de Ahmet Mithat Efendi’nin ümmeti arasına girmiştim. Burada “ümmet” sözcüğünü tartarak
            kullanıyorum. Gerçekten, yazarına beslediğim saygı duygusunu gereğince anlatabilmek için bundan baş-
            ka deyim bulamıyorum.
               Yaşım ilerledikçe, yalnız geceleri okunan kitaplarla yetinmemeye başlamıştım. Gündüzün elime geçir-
            diklerimi fırsat buldukça okur, çabucak bitirirdim.
               Babamın küçük kitaplığı, aslında benim duyduğum gereksemeyi karşılamaktan uzaktı. Çünkü onun
            kitaplarının hemen hiçbirinden bir şey anlamıyordum.
               (...)
               Sanki anlamadığım başka bir dille yazılmıştı. Yarım sayfasını bile okumaya dayanamazdım. Kitaplık-
            taki Hadikatüssüeda adlı eser de cildinin güzelliğiyle beni ilgilendirirdi ama okuyunca hiçbir şey anlaya-
            mazdım.
               Bunlara oranla Divan’lar daha cana yakın görünürlerdi bana. Hiç değilse içlerinde anlayabileceğim bazı
            satırlara rastlıyordum. Bu yüzden Fuzuli, Nedim, Nabî, Sümbülzade Vehbi divanları elimde dolaştı durdu.
            Ama hiçbirini sevemedim. Yalnız Enderunlu Vasıf’ın Divan’ına daha çok yakınlık duyduğumu hatırlıyo-
            rum. Sanırım edebiyat değeri bakımından ötekilerle karıştırılabilecek düzeyde değildir. Ama anlıyordum.
               (...)
               Kitapçı Arakel’in gönderdiği kataloğu uzun uzun incelemiştim. İçinden birçok kitap seçtim. Getirtmek
            istediğim eserler arasında bir dama broşüründen Şevahidünnübüvve’ye kadar her çeşidi vardı. Babam
            isteğimi kırmadı. Uykum kaçacak kadar sabırsızlıkla beklediğim bu kitaplara kavuşunca büyük bir açlıkla
            üzerlerine atıldım.
               Şevahidünnübüvve… Peygamberimizin gösterdiği mucizelerin hikâyesiydi. Çocukluğumda güçlü bir
            din duygusuyla doluydum. Peygamber hazretleri bir hurma ile bir orduyu doyuruyor, bir parça suyla
            herkesi kandırıyordu. Ama ben bir türlü doymuyor, kanmıyordum. Taze, titrek, derin bir duyguyla hep
            daha çoğunu, hep daha çoğunu…
               Hazreti Ali’nin yiğitlikleri, Battal Gâzi hikâyeleri, Kara Davut’un serüvenleri, peygamberlik mucizele-
            ri, Nesimî büyüklükleri… Bütün bu doğaüstü yüksek, güzel şeylerin içimde kabarttığı coşkun duygular,
            Rumeli çevresinin Ortaçağı hatırlatan özgür yaşamı ile iyice uzlaşıyordu.
               (...)
               Yaylalarda, ormanlarda, kırlarda gezer, koşar, tehlikelere atılır, derin derin yaşardım.
               Şimdi çocukluğumu düşünürken kafamın, ruhumun ve bedenimin koşut ve uygun olarak gelişmiş ol-
            duğunu görüyorum. Hiçbir zaman yitirmediğim dengemi bu güzel rastlantıya borçlu olduğumu anlıyorum.
               Bir gün, ansızın içimde garip bir istek canlandı. “Ben de bir şey yazayım” dedim ama daha bunu düşü-
            nürken utandım, vazgeçtim. Öyleyken içimdeki daha güçlü bir şey, bu tasarıdan bir türlü vazgeçmiyordu.
            Dileğim güçlendikçe, “Ben nasıl yazabilirim?” diyerek onu susturmaya çalıştım. Sonunda bir gün, kurşun
            kalemini elinde buldum. O, bana başkaldırmış durumda, kendi kendine, ne olursa olsun bir şey doğurmak
            istiyordu. Yeşil Serez Ovası’nın uzaklıklarında Tahyanos Gölü parladı: İşte konu. Okuduğum eserlerden
            aklımda kalmış bir cümle ile, “Âfitâb-ı cihân-tâb tulû etmiş…” (Dünyaya sıcaklık ve ısı veren güneş doğ-
            muş…) diye başladığımı hatırlıyorum. Yazık ki (!) bu üstün eserin müsveddesi yırtılmıştır.





                                                                                                           251
   1   2   3   4   5   6   7   8   9   10