Page 24 - Türk Dili ve Edebiyatı - 9 | Beceri Temelli
P. 24
Ortaöğretim Genel Müdürlüğü TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI 9 10
2.ÜNİTE > Hikâye Kazanım: A.2.1. Metinde geçen kelime ve kelime gruplarının anlamlarını tespit eder.
Alan Becerileri: Okuma Becerisi Genel Beceriler: Eleştirel Düşünme Becerisi
Etkinlik İsmi METİNDEKİ KELİME VE KELİME GRUPLARI 20 dk.
Anlamı bilinmeyen kelime ve kelime gruplarının anlamını metinden hareketle bulabilmek. Bu kelime ve keli-
Amacı Bireysel
me gruplarını farklı bağlamlarda kullanabilmek. Sözcüklerin anlamında bağlamın önemini fark edebilmek.
Gerekli Materyaller: TDK Türkçe Sözlük, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü
Yönerge Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na ait “Ceviz” adlı hikâyeyi okuyunuz ve soruları cevaplayınız.
CEVİZ
On beş günden beri köyden köye dolaşıyoruz. Bu köylerin her biri, öbüründen daha hüzünlüdür.
Yorgunluk bir taraftan, gönlümüzdeki hüzün öbür taraftan, âdeta nihayeti yok bir gurbet ve sürgün yolunda
gibiyiz. Eski hayatımız, arkamızda bıraktığımız alışkanlıklar, ilişkiler bize bir başka asra ait efsaneler şeklinde
görünüyor. Bir daha eski hâlimize dönecek miyiz? Bu gamlı seyahat günün birinde nihayete erecek mi? Buna hiç
ihtimal vermiyoruz. Mutlaka ya bir köyün ya o köyün dere ve bayırlarından biri içinde can vereceğiz gibi bir his-
le doluyuz. Harbin bir ateş sağanağı hâlinde savurarak, yakarak, yıkarak üstünden geçtiği bu yerlerde genellikle
hayalen tasavvur ettiğimiz ahiret âlemini, cennetle cehennem ortasındaki cansız ahiret âlemini buluyoruz ve
zannediyoruz ki hepimiz yerin altından yürüyoruz. Felaketle, meşakkatle, zahmet ve elemle o kadar haşır neşir
olmuşuz ki açlık ve susuzluk gibi şeyler bizi artık korkutmuyor... Birlikte taşıdığımız nevaleler çoktan tükenmiş-
tir; uğradığımız izbelerde ise yiyecek bulmak kabil değildir. Zira bu yerlerde oturanlar tam bir aydan beri, iki taş
arasında öğüttükleri ve bir yutulmaz sert hamur hâline koydukları yarı yanmış, yarı kül olmuş buğday taneleriy-
le geçiniyorlar.
Böyle, manen bozgun, yılgın ve bedenen bitkin bir hâlde, bir akşamüstü, altı saat mütemadiyen yol aldıktan
sonra bir köye varıyoruz... Mevsim sonbahar, hava soğuktur. Anadolu’nun sonbahar soğukları nasıl şeydir, bilir
misiniz? Ah, Tanrı’m Anadolu’nun soğuk sonbahar soğukları... Bu, insana manevi bir eza veren ve başa kömür
gibi vuran acayip bir soğuktur. Vardığımız köyün girişinde bir bulanık su birikintisi var ki hayvan leşleriyle do-
ludur. Burnumuz artık koku almıyor fakat altımızdaki atlar henüz bizden daha çok hassastır, yanı başlarındaki
leşleri hisseder etmez birdenbire doludizgin koşmaya başlıyorlar. İşte, böyle koşarak bir taş yığınının içine dü-
şüyoruz. Zaten, köy dediğin yer hep bu taş yığınlarından ibarettir. Bütün gece, burada nasıl barınacağız? Acaba
hiç üstü kapalı bir ev, bir dam altı bulamayacak mıyız? Ne gezer! Atlarımızdan inip kendilerine bir kovuk arayan
kurtlar gibi dolaşıyoruz; her yere, her köşeye başvuruyoruz; ikide bir kül veya bir toprak yığınının yahut da bir
duvar bakiyesinin üstüne çıkıp etrafa bağırıyoruz:
“Yahu, kimseler yok mu?”
İşte biz, kim bilir kaçıncı defa böyle yüksekten bağırdığımız sırada idi ki taş yığınlarının arasından dokuz on
yaşlarında bir çocuk başı göründü ve uzun bir müddet bizi hayretle, korku ile seyrettikten sonra yavaş yavaş,
ağır ağır, bir yaşlı adam ağırbaşlılığıyla bize doğru ilerlemeye başladı. Bu çocuk kız mı, erkek mi? Tahmin oluna-
mıyordu; ensesine kadar uzamış, rengi şüphe uyandıran ve âdeta kirli bir yığın yün şekline girmiş saçları vardı
ve içine parça parça bir eski gömleğin etekleri tıkılmış renkli basmadan bir don giyiyordu, ayakları başı gibi
çıplaktı. Henüz insana alışmamış bir ürkek hayvan yavrusu tavrıyla yanımıza yaklaştı; bir müddet şaşkın, yüzü-
müze baktı ve kendisine bir şey söylememizi bekledi:
(…)
Çocuk önümüze düştü, kırk elli adım ötede kısmen toprağa gömülmüş, ini andıran bir odaya vardık. Burası yarı
karanlıktı ve birtakım şüpheli kokular ile doluydu. Kimse var mı idi? En önce hiçbir şeyin farkına varamadık
fakat gözlerimiz biraz karanlığa alışır alışmaz odanın içinde bir iki vücudun kımıldadığını gördük; daha sonra
bunlardan birinin bir kadın, diğerinin bir ihtiyar adam olduğunu sezdik. Birçok paçavra kümeleri arasında bü-
zülüp oturmuş bu iki insan, bir müddet, hiç seslerini çıkarmadılar, neden sonra ihtiyar titrek bir sesle:
“Hoş geldiniz, buyurun!” dedi.
(…)
Bu felaket ve sefalet ortasında, hayatın bu kadar cevrini görmüş ve iki ayağı birden çukura girmiş bu ihtiyarın
kalbindeki bu büyüklük ve bu merhamet kabiliyeti nereden geliyordu? Ben bunu düşündüğüm sırada bir de
baktım ki ayakta duran küçük çocuk odanın diğer bir köşesine sokuldu, yere eğildi, orada bir müddet bir şeyler
aradı; sonra, küçücük avuçları cevizlerle dolu bize doğru geldi; hiçbir şey söylemeksizin cevizleri önümüze bı-
raktı; tekrar gitti, yine iki avucu dolu olarak geldi, onları da önümüze boşalttı. Biz, bir susan kıza, bir başı titre-
yen ihtiyara, bir de karşımızdaki kabahat işlemiş bir insan vaziyetiyle, mahcup ve muhteriz duran çocuğa baktık:
“Yavrum, bu cevizler ne olacak?” dedik.
Çocuk cevap vermedi, önüne baktı. İhtiyar, bir ağa tavrıyla:
“Yiyin, yiyin! Kusura bakmayın.” dedi.
O günden beri ceviz namı verdiğimiz, sert ve kuru meyve, bana, ulvi bir şeyin timsali gibi görünüyor.
(Düzenlenmiştir.)
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Güzel Yazılar Hikâyeler, Cilt: 1, TDK Yayınları, Ankara, 2013.
23