Page 189 - Türk Dili ve Edebiyatı
P. 189

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI                                         12




              HURREM,    — Öyle söyleme yavrum, öyle söyleme arslanım. Bu sözlerinle validenin kalbini kırarsın.
              BAYEZİT,    (Döner, onun yeni yeni farkına varıyormuş gibi). — Ya nasıl söylememi isterdiniz valide? İyi ettiniz mi
                         diyecektim? Eliniz varolsun mu diyecektim? (Teessürünün en üst hududunda) Ah bilmeliydim, bilme-
                         liydim…(Kafasını yumruklar) O gün o gün anlamalıydım bunu, o zaman anlamalıydım.
              HURREM,    (Onu teskine çalışır gibi). — Bayezit’im, oğlum.
              BAYEZİT,    (Taşkın). — Bunu sen yaptın. (İkisine birden) Bunu siz yaptınız, siz ikiniz. Niçin yaptınız ha? Nasıl yap-
                         tınız? Sen valide, sen böyle bir evlât doğurabilir miydin ki?
              HURREM,    (Endişeli). — Sus oğlum, duyanlar gerçek sanır sonra.
              BAYEZİT,    (Bağırarak). Yalan mı ya? Sandınız ki onun ölümüyle her şey düzelir, hepimiz biraz daha aydınlığa
                         kavuşuruz. (Annesinin bileklerinden yakalayıp pencerenin önüne getirir) Bak valide, şu inen akşamı
                         görüyor musun? Şu karanlığı? Karanlığı bekliyen şu korkunç adamları? Âliosmanın kaderi böyle olma-
                         malıydı, babamızın kaderi böyle olmamalıydı.
              HURREM,    (Kendini toparlamaya çalışarak). — Istırabınıza hürmet ederiz oğlum, Mustafa değerli bir çocuktu.
              BAYEZİT,    (Kahredici bir ıstırap içinde). — O bizim ışığımızdı, sen söndürdün. O bizim ümidimizi sen mahvettin,
                         (Ruhunun bütün isyanını haykırarak) Şimdi ne olacak bilir misin ha? Şimdi ne olacak? Öz evlâtların
                         birbirine düşecek. Birbirimizi yiyeceğiz, düne kadar kendimi emniyette hissediyordum, Mustafa’nın
                         ismi dahi hayatımızın teminatıydı. Şimdi kime güveneceğim ha? Kime?
                         (… )
              RÜSTEM,    (Vaziyete müdahele etmek ihtiyacını hissetmiştir). — Çok heyecanlısınız Şehzadem. Görüp, işittik-
                         leriniz büyük bir darbe oldu sizin için. Biraz istirahat buyursanız. (İnandırmaya çalışır gibi) Mustafa
                         Hünkârımız efendimize karşı geldi.
              BAYEZİT,    (Vahşi bir hiddetle döner). — Yalan söylersin bre nabekâr, yalan! Dünya bir araya gelseydi, bir araya
                         gelseydi de, vadedilseydi ona, yine de babasının sakalının tek teline değişmezdi. Zincirlerin zapte-
                         demiyeceği bir arslanken babasının bir sözüne bent oldu. Buraya geldi, bir kuzu gibi: kendi ayağıyla:
                         kurban olmaya… Çocuk değildi… Budala da değildi… Nereye gittiğini biliyordu… Niçin gittiğini bi-
                         liyordu. Böyle olduğu halde irkilmedi bile… Ölümden korkmazdı. Alçaklıktan yılardı, alçaklar elinde
                         kaldı yazık.
              RÜSTEM,    (Hurrem’e). — Şehzade bizi kasteder sultanım.
              BAYEZİT,    (Ona doğru atılır). — Yaaa… yaa… yaa… sizi kastederim devletlû, size söylerim. Her kim ki alınır ona
                         söylerim.
              HURREM,    (Rüstem’le Bayezit arasına girerek). — Size daha ehemmiyetli bir vazife verilmiştir paşa, unutmayın.
              RÜSTEM,    (Baş eğer çıkar.)
                         (…)
              HURREM,    (Kahrolarak). — Yeter… Yeter… Yeter…
              BAYEZİT,    (Aynı haykırışla ve ellerini ileri doğru uzatarak). — Şu ele bak valide şu ele… Oğlunun elleri bu… Bu el
                         onun eli kadar temiz mi? Bu el onun eli kadar kuvvetli mi? Bu el onun eli kadar hünerli mi? Bu el devlet
                         atının dizginini onun kadar sıkı tutabilir mi? Siz bir insana değil valide, bir devlete kıydınız.
              HURREM,    (Tam bu teslimiyet içindedir, inliyerek). — Nasıl? Nasıl söyleyebiliyorsun bunları oğul? Ben sizin için
                         yaptım, ne yaptımsa sizin için yaptım. (Hıçkırır.)
              BAYEZİT,    (Müthiş bir feveranla). — Tamam işte… Tamam ya ben de bunu, bu itirafını bekliyordum… (Birden
                         Kanunî’nin arz odasına doğru koşar babasının kapısını yumruklamaya başlar) İhanet baba, ihanet…
                         İhanet… İhanet…
              HURREM,    (Uzaktan aynı teslimiyetle). — Sizin için korkardım ama, artık korkmuyorum. Kendim için korkardım,
                         ama artık korkmuyorum.
              CİHANGİR,  (Merdivenlerin başında şehzade Cihangir görünür, erimiş, süzülmüş, bitmiştir âdeta bir hayal gibidir.
                         Bir hayal gibi sürünerek gelir, annesinin önünden, sanki onu hiç görmüyormuş gibi geçer, eğilir. Ba-
                         yezit’ın elinden tutar. Bayezit bu temasla irkilir, döner, Cihangir’i görünce birden boşanıverir, onun
                         boynuna sarılır. Katıla katıla ağlar.)




                                                                                                           187
   184   185   186   187   188   189   190   191   192   193   194