Page 5 - Türk Dili ve Edebiyatı 11 | 2.Ünite
P. 5

Hikâye



               kuru ve siyah bir ekmeği ağır ağır geveleyen köylülere yutkunarak bakıyor, sanki başı dönüyormuş
               gibi gözlerini kapayarak kafasını kamyonun sarsılan tahtalarına dayıyordu. Sonra birdenbire irkiliyor,
               yerinden azıcık doğrularak öne, şoföre doğru bakıyor, tekrar sıkıştığı yere büzülüyordu. İçinde, oto-
               mobil ilerledikçe büyüyen bir korku ona ara sıra açlığını unutturuyor yahut açlıkla karışarak onu ser-
               semletiyordu. İzmir’e yaklaştıklarını yolcuların konuşmalarından anlamıştı. Fakat ne kadar yaklaştılar?
               Atlayacak, kaçacak zaman geldi mi? Eğer daha çok varsa bu Allah’ın dağlarında gece yarısı yolu nasıl
               bulacak, buralarda nasıl geceleyecek? Ya candarmaların eline düşerse?.. Ya şoför parayı vermeden
               atlayıp kaçtığını karakola haber verirse?.. O zaman candarmalar kendisini dövmezler miydi?  Aca-
               ba candarmaların dayağı mı daha kötü idi, şoförün dayağı mı? Belki otomobildeki müşterilerden bir
               merhametli çıkar da bunu dövdürmezdi. Fakat bu kadar adamın içinde rezil olmak vardı. Üstelik don
               gömlekle kalacaktı. Bu kılıkta İzmir’e nasıl girer, hemşerilerini nasıl arardı? Atlamaktan başka çare
               yoktu...
                  Fakat atlamayı nasıl becerecekti? Kamyon, arkasında atılmış pamuk gibi bir toz yığını bırakarak
               koşuyor, dar dönemeçlerde, içindekileri bir yandan bir yana fırlatarak, kıvrıntılar yapıyordu. Birçok
               defa gördüğü halde hiç içine binmediği bu acayip şey, çıkardığı gürültü ve insanı sersem eden hızıy-
               la, ciğerlere ve beyne dolan sıcak benzin kokusu ile birdenbire korkunç bir kılık alan bu makine ona
               anlaşılmaz bir ürkeklik veriyordu. Bu toz, gürültü ve sürat kargaşalığı içinde dumanlanan kafasından,
               bozuk bir rüya şeridi gibi, köyü, kendisine anlatılan İzmir’in hayalinde yarattığı vuzuhsuz şekilleri,
               şoförün benzin kokulu yüzü, Beyşehir’de inen gözlüklü avukatın siyah ceketinden fırlayan sıska en-
               sesi geçiyordu.

                  Ara sıra otomobil herhangi bir sebeple yavaşlar gibi olunca delikanlı yüzünde zapt edemediği bir
               dehşet ifadesiyle yerinden fırlıyor, “Acaba duracak mı? Para toplamaya mı başlayacak?” diyor; araba
               tekrar hızlanınca derin bir nefes alarak yerine çekiliyor ve atlamak için kati kararını veriyordu. Fakat
               nasıl atlayacak? Bu kamyon, bu gitgide gözünde büyüyen, bütün hislerine alışamadığı ve ezici tesirler
               yapan korku makinesi kendisini bir kıskaç gibi yakalamıştı. Buradan kurtulmasına imkân olmadığını
               sanıyordu. Gözleri alev alev olmuş, dört tarafına bakınıyor, etrafındaki köylülerin, ön sıralarda oturan
               efendilerin hep kendisine baktıklarını, biraz kımıldasa yakasına yapışacaklarını zannediyordu. Alnın-
               dan yanaklarına doğru terler akıyor ve şakaklarındaki ayva tüylerini ıslatıyordu.

                  Otomobil birdenbire yavaşladı. Yolun sol tarafı sarp bir kesme idi ve sağ tarafta, iki minare boyun-
               da bir yar, esner gibi ağzını açmıştı. Yol birdenbire darlaşıyordu. Motörün hafifleyen gürültüsü ara-
               sında aşağıdan doğru gelen bir su şırıltısı duyuluyordu. Henüz taş bile döşenmemiş olan şosenin bu
               kısmında çökme ve kayma tehlikesi bulunduğu için yolcular burada yayan yürür ve otomobiller ya-
               vaş yavaş ilerlerdi. Bunun için otomobili tamamen durdurmadan şoför başını arkaya doğru çevirdi ve:
                  “Haydi, beyler!” dedi.
                  Birdenbire arka tarafta bir hareket oldu: Delikanlı, gözleri dönmüş, korkudan titreyerek, kendini
               dışarıya, yolun üstüne fırlattı. Fakat daha durmamış olan otomobilden bu tersine atlayış ona mu-
               vazenesini kaybettirdi; olduğu yerde birkaç kere döndükten sonra ayağı boşa gitti ve eliyle çalılara
               tutunmaya çabalayarak, kafası sivri taşlara çarpa çarpa ve arkasından acı bir hışırtı ile akan topraklar
               ve ufak taşlarla birlikte, yardan aşağıya, şimdi şırıltısı daha çok duyulan dereye doğru yuvarlandı.

                                                                          Sabahattin Ali, Kağnı, Ses, Esirler





                                     Metinde Geçen Bazı Kelime ve Kelime Grupları
                muvazene: Denge.                               şinik: Tahıl için kullanılan, sekiz kiloluk ölçek.
                setre: Düz yakalı, önü ilikli bir ceket türü.  şose: Genellikle taş kırıkları üzerine kum döşe-
                                                                 nip silindir geçirilerek yapılan yol.




                                                                                                            37
   1   2   3   4   5   6   7   8   9   10