Page 95 - Türk Dili ve Edebiyatı 11 Beceri Temelli Etkinlik Kitabı
P. 95
Ortaöğretim Genel Müdürlüğü TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI 11 45
2. ÜNİTE > Hikâye Kazanım A.2.7: Metindeki zaman ve mekânın özelliklerini belirler.
Alan Becerileri: Okuma Becerisi Genel Beceriler: Eleştirel Düşünme Becerisi
Etkinlik İsmi Metinde Zaman ve Mekân 25 dk.
Öyküleyici metinlerde zaman ve mekânı belirleyerek kahramanların ruh hâli ile zaman ve mekân arasındaki
Amacı Bireysel
ilişkiyi açıklayabilmek.
Yönerge Aşağıdaki metni okuyunuz. Metinden hareketle soruları cevaplayınız.
(Metin, aslına sadık kalınarak alınmıştır.)
Uyuz Hastalığı Arkasından Hayal
(...)
Ayakları çıplaktı. Büyük, sarı ela gözleri, aslında beyaz olduğu hâlde yer yer morarmış bir derinin için-
den, baharda badem ağacı güzelliğiyle bakıyordu.
Bu çocuğu nereden tanıyorum? Bilmem... Belki de hiçbir yerden… Belki de her yerden... Sokakta böyle
çocuklar yüzlerce; bir iki değil... Her gün bütün caddelerde, köprünün üstünde altında, çok defa bir
sinemanın kapısında üçer beşer, Sirkeci’nin her köftecisi, her işkembecisi önünde, bu, yalnız gözleri
kalmış mahlukat görülüyor. Bu çocuklar bir gün kaybolurlar. Sonra birdenbire bir kale kapısı açılmış
gibi yine o güzel bildikleri, bir sinema oyunu oynuyor sandıkları, karlı çamurlu caddeye düşerler.
(...)
Surat astım. Ne yalan söyleyeyim, bu kadar sefil olduğu için yüzümü buruşturdum. Yoksa benim de
içimdeki çocukluk daha ölmedi. Ona bir gözümü kırpar, belki daha ileri gider, dilimi çıkarırdım.
O aldırmadı, güldü. Başını öbür yana çevirdi. Gişedekilere elini uzatmakta devam etti. Bu, büyük, muh-
teşem bir eldi. Kendi ince yüzünden iki defa daha büyük bir el... Üstüne yer yer, çivit mavisi bir ilaç
sürülmüştü. Bilekleri cılk yara içinde idi.
(...)
Yanına sokuldum:
- Ne bu elindekiler? dedim.
- Uyuz, be! dedi. Bir şey değil.
Uyuz, ne korkunç ne de müthiş bir hastalıktır. Hatta sevimlidir mi, demek istemişti.
Eline düşen çeyreğe bir baktı. Yüzünü kaldırdı. İşte orada, o ela gözlerin içinde, insanları olduğu gibi
değil, olacakları gibi sev, diyen adamın âdeta fikrini okudum.
Bazı sinema trüklerinde insanın içinden bir başka insanın kalkıp yürüdüğü görülür. İçimden o roman-
tik mahluk kalktı. Çocuğun uyuz mikrobu girmemiş gözlerine doğru ilerledi.
Şu sinemaya akın akın girenlerin içinde eczacılar, doktorlar, iyi insanlar, merhametliler olacağını dü-
şündüm: Bir aralık ben de uyuza tutulduğum için bilirim.
Elli kuruşluk bir kükürtlü ilacın yarısı; tamamdı…
Bir insan o akşam sinemaya gitmemeyi düşünse…
Matmazele beş kuruşluk veremlilere yardım pulunu yapıştırtmayan şişman madam bilet almayıverse,
bu çocuk üç gün içinde pirüpak olurdu; beyaz derisi parlar, siyah tüyleri fışkırır, gözünün solmuş elası
lacivertleşir, morluklar uçar, güzel bir kırmızılık, büyük, güzel, çalışkan eller...
İyiliğe, dostluğa, sevgiye, marangozluğa, ya demirciliğe koşan bir yüz, sokakta insan yüzlerine bakıp
pırıl pırıl parıldardı. Bir ses, bana:
- Sen o parayı verebilirdin, diyor.
İşte bütün mesele burada: Ben sinemaya gideceğime ona bu parayı verebilirdim. Şimdi ben de herkes
gibi düşünmeye başlıyorum.
O parayı ben versem, o yerdi. O, uyuzla, yalancı bir saadet dünyası içindeydi. Hiç düşürülmediğini san-
dığı -sahiden İstanbul sokakları aransa kaç düşmüş çeyrek bulunur- çeyrekler eline düşüyordu. Uyuzun
da zararı yoktu. Yalnız yatabildiği, bir yere sığındığı akşamlar, oh, ne güzel kaşınılıyordu!
Ben bunu yapamazdım. Altmış beş kuruşu çocuğa veremezdim: Bu sinemaya verdiğim paranın, bir in-
sanı muhakkak surette bu iğrenç hastalıktan kurtarmak pahasına beni eğlendireceğini bildiğim hâlde...
93