Page 97 - Türk Dili ve Edebiyatı 11 Beceri Temelli Etkinlik Kitabı
P. 97

Ortaöğretim Genel Müdürlüğü                         TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI 11            46

             2. ÜNİTE > Hikâye             Kazanım A.2.8: Metinde anlatıcı ve bakış açısının işlevini belirler.
             Alan Becerileri: Okuma Becerisi  Genel Beceriler: Eleştirel Düşünme Becerisi
             Etkinlik İsmi                    Farklı Açılardan Bakabilmek                        25 dk.
                       Metinde kullanılan anlatıcı ve bakış açısının, okurda yaratılmak istenen duygu ve düşüncelere etkisini ifade
             Amacı     edebilmek.                                                                Bireysel
              Yönerge  Aşağıdaki metni okuyunuz. Metinden hareketle soruları cevaplayınız.
                     (Metin, aslına sadık kalınarak alınmıştır.)
                                                      Dolmuşa
             Beş kişiydiler, insanı her zaman şaşkına çeviren o büyü, rastlantı, çoğu akşamlar onları Eminönü’n-
             de, Köprü ayağının Haliç’e bakan boşluğunda buluşturur ve onlar dolmuş kayığıyla karşıya, Galata’ya
             geçerlerdi. Belki de gün boyunca harcadıkları paradan, yalnız, kayıkçıya verdikleri bu altmış paraya
             acımazlardı. Haftanın üç dört akşamı -kimi günler bir kişi eksiğiyle de olsa- rastlantının o nerden, nasıl
             estiği belli olmayan rüzgârıyla dolmuş iskelesinin önünde bir araya gelmeleri önceleri onları şaşırt-
             mıştı. Şaşırmaksa ne güzel şeydi. Ne yazık ki bu duyguları çok sürmemiş, coşkunun uçan tadı yerini,
             bu kez, alışkanlığın dingin tadına bırakmıştı. Bu garip kayığın müşterilerinden biri Yemiş iskelesinin
             arka sokaklarındaki zahirecilerden birinde yazmandı. Öbür ikisi -iki kardeştiler, ikiz, ama birbirlerine
             hiç benzemezlerdi- Yeşildirek civarında bir triko atölyesinde çalışıyorlardı. Kayığın en yaşlısı, Hüseyin
             Efendi, Marpuççular’da içine zorlukla sığabildiği bir dükkânda ekmek, salam, peynir, limonata, gazoz
             gibi şeyler satan bir küçük esnaftı. Beşincisi bir yüksekokul öğrencisiydi, saat altıya doğru Beyazıt’tan
             aşağı vurur, kestirmeden Eminönü’ne inerdi. Akşamları her biri çıkıyordu işyerinden, okulundan, top-
             rak, Arnavut kaldırımı, parke döşeli yollardan yürüyorlardı birbirlerinden habersiz, birbirlerine koşut
             ve dikey sokaklara düşüyorlardı zaman zaman, ufacık alanlardan geçiyorlar, kaldırımdan kaldırıma
             sekiyorlar. Haliç’in kıyısında buluyorlardı kendilerini, aynı saatte dolmuş kayığının önünde buluşuyor-
             lardı. Ne denli, insanın içini burkan bir mekanik!
             (…)

             Dolmuş kayıkları yayvan, geniş ve rahattır. Dolmuş kayıklarının en rahatlarından biri de -beşinin de
             akşamları toplandığı- Hasan’ın kayığıydı. Hasan’ın kayığında denizin ılık şarkısı vardı. İnsanın içine dek
             sinmiş deniz ve tuz kokusu, Yenicami’nin bu saatlerde külrengiyle siyah arası gidip gelen görünümü,
             denizin hemen üstünden uçan martılar vardı.
             (…)

             Kimi gün bir tek sözcük bile çıkmıyordu ağızlarından, gülümsemekle yetiniyorlardı. Kimi gün de kısa-
             cık tümcelerle konuşuyorlardı, ama hep kopuk kalan, konuşma denirse buna! Susuluyordu. Hep böyle
             suskunlukta geçiyordu akşamlar, çözülmez bir giz bağlıyordu onları her gün biraz daha, her biri öbür-
             lerinin gözünde Haliç’in mozayığını oluşturan taşlardan biri yerine geçmeye başlıyordu. Güz yaprağını
             döküyor, karlı, buzlu günler başlıyordu, ardından ilkyazın yırtıcı mavileri görünüyordu. Zaman, sanki
             bu kayıkta akıyordu.
             Bir akşam denizin tuz kokusunu yoğunluğuyla duydular, genizleri yanmıştı. Hava gittikçe ısınıyor,
             yaza dönüşüyordu. O gün ikizlerin ikisi de, paltosuz, ceketle gelmişlerdi. Hüseyin Efendiyi de, zahire-
             cinin yazmanını da, üniversite öğrencisini de yazın burnunun ucunu gösterdiğine en çok onların bu
             tutumları inandırdı. Şaşmaz düzen bozulmaya yüz tutmuştu, bir gün biri gelmiyor, bir başka gün öbürü
             kaytarıyordu. Mekanik, böylece, bir yerinden sakatlanmıştı. Gelmeyenin yerine başka biri biniyordu
             kayığa, bir yabancı, ertesi gün de tümünün yine kayıkta toplandığı görülüyordu. Bu günlerden birinde
             de kayığın yeni bir gedikli edindiği görüldü. Artık gelmeyenin yerine her akşam oydu kayıkta olan.
             Bir armonikçiydi bu, adı Stefan (Sitefan)’dı. Şiir meraklısı üniversiteli, birkaç akşam sonra, büyük bir
             duyarlıkla sürdürdüğü güncesine, “Mekanik kendi kendini onardı,” diye yazmıştı. Bu ihtiyar yüzlü genç
             adam kimdi? Armonik çalarmış, bildikleri bu kadardı. Oysa, o her akşam, avurtları çökmüş yüzünün
             derinliğine kaymış ufacık gözleriyle gemilere, mavnalara, kayıklara bakarak ne öyküler anlattı onlara,
             yaşamının gizli kapaklı yerini bırakmamacasına.
             (…)

             Zaman oldu ki Stefan birkaç ay görünmedi. O zaman Hüseyin Efendi yutkunur ve düşünürdü. Dilinin
             ucuna sözcükler yığılır, söze beceriksiz başlar, bitiremez, yalan da olsa öbürlerine Stefan’a rastladığını
             söylemek gereksinimini duyar, bir yerle zaman arardı olayı oturtacak, bulurdu da. “Daha dün gördüm”



                                                                                                    95
   92   93   94   95   96   97   98   99   100   101   102