Page 11 - Türk Dili ve Edebiyatı 11 | 2.Ünite
P. 11
Hikâye
“Ne bileyim ben, sizin sözünüze karşı söylüyorum!”
“O halde, ben ölçtüm. Dört yüz metre. Eni de olsun on iki metre, dört yüz kere on ikimiz ne eder?
Efendim... On kere dört yüz, dört bin, dört bin sekiz yüz metre murabbaı, her metre murabbaında da
dört kişi dursa, dört kere sekiz otuz iki, dört kere dördümüz de on altı, on dokuz, bu da etti on dokuz
bin iki yüz. Dört yüz bine varmaya? Efendim... tamam üç yüz seksen küsür bin kişi kalır açıkta.”
Feyzi Bey hesap yaparken, Faik Efendi ona bakıyordu. Biraz düşünür gibi oldu. Kaşlarını oynatarak:
“Ben hesap mesap bilmem” dedi, “dört yüz bin yoksa, iki yüz bin kişi ferah ferah vardı. İsterseniz
başkalarına da sorun.”
Biraz durdu. Sonra işe az daha tav vermiş olmak için:
“Feyzi Bey, Feyzi Bey” dedi, “bu, kahvede durup hesap halletmek değil, can pazarı kardeşim, herkes
kendi başının derdine düşmüş. Denize düşen yılana sarılır.”
Feyzi Bey gülümsedi:
“Yok hacım” dedi, “elbet dediğin doğrudur. Sen yalan söyleyecek değilsin ya! Ben latife ettim.”
Dinleyenlerden biri:
“Öyledir, öyle” dedi, “Faik’in hakkı var.”
Sustular. Faik Efendi biraz bozulmuş (...):
“Rüstem, bir ateş” diye kahveci çırağına bağırdıktan sonra lakırdıyı olduğu yerde bırakmak isteye-
rek;
“Ben” dedi, “yalan söyleyecek değilim ya, gözümle gördüm. Ana-baba günü, mahalakallah... diye-
lim, hadi ben yanılıyorum, beş yüz bin olmasın, iki yüz bin de olmasın; yüz bin kişi vardı ya... Yüz bin
kişi az mı?”
Dinleyenler, gene sustular.
Faik Efendi, sonra fena halde saracaklarını ve bu işin bitip tükenmeyeceğini bildiğinden, işi kabul
ettirmeye çalışıyordu. Salkım ağacının kütüğüne dayanmış askeri eczacı Remzi Efendi hiç gülmeyen
yüzüyle yavaş sesle sordu:
43