Page 116 - Türk Dili ve Edebiyatı - 10 | Beceri Temelli
P. 116

53        TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI 10                          Ortaöğretim Genel Müdürlüğü




           En önce hiçbir şeyin farkına varmadık; fakat gözlerimiz biraz karanlığa alışır alışmaz odanın bir köşe-
           sinde iki vücudun kımıldadığını gördük; daha sonra, bunlardan birinin kadın, diğerinin bir ihtiyar
           adam olduğunu sezdik. Birçok paçavra kümeleri arasında büzülüp oturmuş bu iki insan, bir müddet
           hiç seslerini çıkarmadılar; neden sonra ihtiyar titrek bir sesle:
           − Merhaba, buyurun!, dedi.
           O vakit içimizden biri:

           − Baba kusura bakma; sizi rahatsız ettik. Uzun yoldan geliyoruz; çok yorulduk; geceyi şöyle böyle
           yanınızda geçirmeğe müsaade edin; dedi.
           Gittikçe yüzü ve eşkâli daha iyi görünmeğe başlayan ihtiyar şaşkın şaşkın, bir yanındaki kadının, bir
           de bizi getiren çocuğun yüzüne baktı:
           − Burada mı, nasıl? dedi.
           (…)
           − Ne olur babacığım, biz de Müslümanız; sizin dertlerinizi dinlemek ve hâlinize bir çare bulmak için
           on beş yirmi günden beri buralarda dolaşıyoruz. Bir gececik şurada büzülür kalırız. Hem de size, sizin
           köye dair konuşuruz.

           İhtiyar, eliyle yanındaki kadını gösterdi:
           − İşte, bu biliyor, bu anlatsın.
           Bu söz üzerine, üstünde oturduğu paçavra yığınlarından hiçbir farkı olmayan kadın, ilk defa olarak
           başını çevirip bize baktı. Yüzü taze, taravetli, güzeldi; henüz çocukluktan çıkmış bir genç kız olduğuna
           hiç şüphe yoktu. Birdenbire lâubalileşen, samimileşen tavırla:
           − Gelin, ayaklarıma bakın; dedi.
           Evvelâ bu sözün mânasını anlayamadık; fakat ne vakit ki hepimiz birden eğilip ayaklarını tâ dizlerine
           kadar saran kirli bezleri birer birer çözdük, açtık ve iki yanmış odundan hiç fark edilmeyen kötürüm
           bacaklarını gördük. Derhal maksadının ne olduğunu anladık ve evvelden neticesini keşfettiğimiz feci
           macerasını dinlemeğe başladık. Gayet tabii, sâkin ve heyecansız bir sesle anlatıyordu. Ara sıra ihtiyar
           bir hıçkırığa benziyen sadasıyla, ona unuttuğu bazı noktaları hatırlatıyor; şunu da söyle bunu da söyle
           diyordu ve çocuk hepimizin ortasında ayakta duruyordu. Lâkin, nasıl oldu bilmem? İçimizden biri
           birdenbire bir kadın gibi ağlamağa başladı. Ve hepimizin gözleri sulandı. O zaman ihtiyar adam genç
           kızın omuzunu dürttü:
           −Yeter, gayri yeter! Efendinin yüreğine dokundun; dedi.

           Bu hareketi ve bu sözü asla unutmayacağım. Bu kadar felâket ve sefalet ortasında, hayatın bu kadar
           cevrini görmüş ve iki ayağı birden çukura girmiş bu hâile-engiz ihtiyarın kalbindeki bu gayr-endîşlik,
           bu ulüvv-i cenab ve bu merhamet kabiliyeti nereden geliyordu? Ben bunu düşündüğüm sırada bir de
           baktım ki, ayakta duran küçük çocuk odanın diğer bir köşesine sokuldu, yere eğildi, orada bir müddet
           bir şeyler aradı; sonra, küçücük avuçları cevizlerle dolu bize doğru geldi; hiçbir şey söylemeksizin
           cevizleri önümüze bıraktı; tekrar gitti; gene iki avucu dolu olarak geldi; onları da önümüze boşalttı. Biz
           bir susan kıza, bir başı titreyen ihtiyara, bir de karşımızda kabahat işlemiş bir insan vaziyetiyle mahçup
           ve muhteriz duran çocuğa baktık:
           − Yavrum, bu cevizler ne olacak? dedik.

           Çocuk cevap vermedi, önüne baktı.
           İhtiyar, geldiğimiz dakikadan beri hiç gösteremediği bir ağa tavrıyla:
           − Yiyin, yiyin! Kusura bakmayın; dedi.
           O günden beri ceviz namını verdiğimiz, sert ve kuru meyva, bana ulvî bir şeyin timsali gibi görünüyor.

                                                                           Yakup Kadri Karaosmanoğlu



          114
                                                                             Hazırlayan: Gülendam KARACA ÇETİN
   111   112   113   114   115   116   117   118   119   120   121