Page 66 - Türk Dili ve Edebiyatı - 9 | Beceri Temelli
P. 66

Ortaöğretim Genel Müdürlüğü                          TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI 9          31

             2.ÜNİTE > Hikâye     Kazanım: A.2.10. Metnin üslup özelliklerini belirler.
             Alan Becerileri: Okuma Becerisi  Genel Beceriler: Eleştirel Düşünme Becerisi
             Etkinlik İsmi        ÖYKÜLEYİCİ METİNLERDE DİL VE ANLATIM ÖZELLİKLERİ               25 dk.
             Amacı      Örnek metinlerde dil ve anlatım özelliklerini belirleyebilmek.           Bireysel


             Yönerge  Refik Halit Karay’ın “Bir Saldırı” adlı hikâyesini okuyunuz. Aşağıdaki soruları cevaplayınız.

                                                   BİR SALDIRI

             Boğaziçi’nin Anadolu kıyısındaki ıssız, bayır ve yarı boş köylerinden birinde huysuz bir kış akşamıydı.
             Ayrıca yağmur yağıyordu. Fakat rüzgâr öyle ıslak esiyor ve her tarafı öyle sırsıklam ediyordu ki yokuş-
             lardan sürekli seller akıyor ve oluklardan kesintisiz sular boşalıyordu. Bir haftadan beri sürüp giden bu
             kapanık ve yaş hava altında ahşap evler sünger gibi rutubeti çekmişler, şişip doymuşlardı; artık suları
             ememiyorlar, dışarıya veriyorlardı. Tam fıstığın altına, o dik ve dolambaç yere gelmişti, birden gırtlağı-
             na bir elin yapıştığını ve alnına soğuk bir demirin dayandığını duydu, gerilemek istedi, yapamadı; iler-
             leyeyim dedi, kımıldanamadı; boyun eğmiş, güçsüz, durmaya mecbur oldu, bekledi. Rüzgârın uğultusu
             içinde boğuk bir ses: Cüzdanını! diye emretti. Hayrullah Efendi şakağına uzanan tabancaya rağmen
             canına ilişmek istenilmediğini anlayınca, bu ümitle helecanla; aman, dedi, peki, vereyim! Fakat gırtlağı
             hala o demir kıskaç içinde sıkışmış olduğundan bu cümlesinin işitilip işitilmediğini anlayamadı; yalnız
             bir eliyle cüzdanını çıkardı ve ötekine uzattı.
             Hırsız, karanlığın içinde telaşla, cüzdanını açtı. Hayrullah Efendi’nin elinden elektrik lambasını kapıp
             bir atkı ile sarılı olan yüzünü göstermemeye çalışarak içini acele acele yokladı. Kâğıtların üzerindeki
             yüz rakamı bu keskin ışık altında daha çekici ve daha anlamlı görünüyor, büyür gibi canlı duruyordu.
             Herif, vahşi sesiyle: Kımıldarsan vururum! dedi. Eli bir süre, kâğıtların üzerinde örümcek gibi korkunç,
             kararsız, şaşkın düşünceli dolaştı, dolaştı, parmaklar büküldü, tereddüt eder gibi durdu, sonra yalnız
             bir tanesini, bir beş liralığı çekti, cüzdanı kapadı ve geri, sahibine, Hayrullah Efendi’ye uzattı. Şimdi ışık
             sönmüş ve hırsız yokuştan aşağı çılgın gibi koşarak arkasına bakmadan kaçmaya başlamıştı. Hayrullah
             Efendi korkaktı; fakat hem dinç, hem de çok meraklı, araştırıcı bir adamdı. Şu acemi ve acayip hırsızı,
             geçirdiği korkuya rağmen, kovalamak isteğine karşı koyamadı, rahat koşmak için kukuletasını indirdi
             ve daha fazla düşünmeden merakın ve memnunluğun verdiği bir cesaret ve atılımla kaçanın arkasına
             düştü; yuvarlanır gibi süratle bayırı indi, karaltılar içinde, bastığı yeri görmeyerek, koşuyor, yetişmeye
             çalışıyordu. Hırsız dosdoğru bir bakkala girdi.

             Hayrullah Efendi, duvar dibinde sinsi sinsi yürüyerek cama yaklaştı ve eğilip iki turşu kavanozunun
             arasından içerisine göz attı. Herif atkının ucu ile terlerini siliyordu, beti, benzi uçmuş, hasta yüzlü, tı-
             raşı uzun, zayıf, acınacak bir adamdı, arkasında asker kaputu bozmasından yarı palto, yarı hırka garip
             bir elbise vardı. Sık sık soluduğu ve etrafına şaşırmış gibi baktığı dışarıdan bile fark olunuyordu. Bakkal
             raftan bir okka ekmek aldı ve ona uzattı; öteki bunu derhal kaptı, bir ucundan koparıp koca lokma-
             yı hemen ağzına attı. Bir taraftan yiyor, bir taraftan kâh zeytin çanağını, kâh sucuk halkasını göstere
             göstere başka şeyler ısmarlıyordu. Bu ne acemi, ne aç, ne zavallı bir hırsızdı. Hayrullah Efendi, yüreği-
             nin ezildiğini duyarak ve kendisini göstermeyerek herifin çıkmasını bekledi. Rahatlamış gibi telaşsız
             uzaklaştığı zaman artık arkasından gitmeyi gereksiz buldu, dükkâna girdi: Bu çıkan adam kimdir? diye
             sordu. Aldığı cevaptan anladı ki ona bu gece, bayırda, fıstığın dibinde tabanca uzatıp gırtlağına yapı-
             şan ve sonra yedi yüz liranın içinden beş lirasını alarak kaçan bir hırsız değil, namuslu bir aç adamdı.
             Kim bilir ne vicdan azaplarından, ne mücadelelerden ve kaç günün açlığından sonra, her atılımı, her
             başvuruyu deneyip ümitsiz, eli böğründe kalıp bu saldırıya karar vermişti. Çünkü mütareke yıllarında
             bulunuyorlardı; cepheden veya esaretten sıskası çıkmış dönen, hasta haneden tedavisi bitmeden sakat
             ve illetli olarak kapı dışarı edilen nice yedek subaylar vardı ki, ne maaş alabiliyorlar, ne iş bulabiliyor-
             lardı. Yıllarca özlemini çekerek, yaşadıkları hudutlardan, evlerine dönünce açlıktan ve yoksulluktan
             bir tutam mutluluk ve rahata kavuşamamışlardı. Bu öyle bir devir idi ki, yalnız askeri bir felakete bağlı
             kalmıyordu; sosyal bakımdan da dünyanın en korkunç, usandırıcı ve kemirici bir devresi idi; koca bir
             insan soyu, dermansız babalar, ezgin analar, gıdasız çocuklarla özellikle bozulan bir ahlak ile kavruk,
             yatkın çürük kalmıştı. Demin gırtlağına sarılan adam, kendisi burada kârına bakıp işini yoluna koy-
             duğu sıralarda, dört yıl, göğsünü; o işin rahatça görülmesine, ta uzaktan, savaş meydanlarında siper
             yapmıştı. Zorla aldığı para bir pay, bir hak idi.



                                                                                                    65
   61   62   63   64   65   66   67   68   69   70   71