Page 62 - Türk Dili ve Edebiyatı - 9 | Beceri Temelli
P. 62

Ortaöğretim Genel Müdürlüğü                          TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI 9          29

             2.ÜNİTE > Hikâye      Kazanım: A.2.9. Metindeki anlatım biçimleri ve tekniklerinin işlevlerini belirler.
             Alan Becerileri: Okuma Becerisi  Genel Beceriler: Eleştirel Düşünme Becerisi
             Etkinlik İsmi                         NASIL ANLATMALI?                              25 dk.
             Amacı      Metindeki anlatım biçimi ve tekniklerinin işlevlerini belirleyebilmek.   Bireysel



             Yönerge  “Acıklı bir Hikâye” adlı hikâyeyi okuyunuz. Soruları cevaplayınız.

                                                ACIKLI BİR HİKÂYE
                                                                             -İngiliz edebiyatından intikal-
              Müthiş bir kış... Her taraf kar içinde... Dereler, tepeler donmuş! Tabii, ağaçların yaprakları da dökül-
              müş… Ağaçları aklınıza getirmemize sebep, kendinizi kutb-i şimalide zannetmenizi temin etmektir.
              Çünkü orada fok balıkları, penguenler, Eskimolar bulunur. Fiyorlar da vardır. Tam kutup noktasında
              pusula deli olmuş gibi dönmeye başlar.
              ...
              Pardon, yine sadede gelelim: Kar her tarafı beyaz bir keçe gibi örtmüştü. Toprak, gözle görülemiyordu.
              Toprağı görmek için karları süpürmek icap ederdi. Halbuki bu ameliye yalnız sokaklarda yapılır. So-
              kaklarsa kaldırım döşelidir. Üzerinde hiç yenecek bir şey bulunmaz. Gıdasını yerden alan hayvancık-
              ların halini bir düşününüz! Bütün dünyanın yüzü şekersiz bir su dondurması kaplı… Bir avuç yeseler
              hemen donacaklar…
              İşte yeryüzü böyle feci bir şekilde iken, bir bahçenin orta yerinde minimini serçecik titreyip duru-
              yordu! Fakat korkusundan değil! Çünkü yalnız korku için titrenilmez! Küçük ayakları mercanlar gibi
              donmuştu. Bir haftadır bir şey yememişti. Son yediği şey bahçeden geçen bir çocuğun elinden dü-
              şürdüğü pasta parçasıydı. Artık işte ölecekti. Azrail etrafında dolaşıyordu. Zavallı serçe o kadar aç. O
              kadar bilaçtı ki…Açlıktan minimini ellerini yani kanatlarını dizlerine vuruyor,
              “Ölüyorum, ölüyorum!” diye ötmek istiyordu. Fakat ötemedi. Çünkü sesi çıkmadı. Ötmek için sese
              ihtiyaç vardı. Ses ciğerlerde biriken havanın boğaza çarpması demektir.
              Çarpmak bir kuvvet neticesidir! Kuvvet olmayınca hareket olmaz. Hareket de hayatın ta kendisidir.
              Eğer arz dönmezse kıyamet kopar. Güneş olduğu yerde dursa hemen söner. Dübbüekber yıldızı bile...
              Şey sadede gelelim: Ne diyorduk? Minimini serçecik açlıktan ölmek, soğuktan donmak üzere idi.
              Onun bu ümitsiz hali bütün kâinatı yaratan Allah’ın gözünden kaçmadı. Fırtına, tipi, bora içinde
              zavallı mahlukunun can çekişmekte olduğunu gördü. Oraya ağır yüklü bir sürücü atı gönderdi. Bu at
              kırmızıydı. Kuyruğunun ucu ile alnının orta yerinde beyaz lekeler vardı. İşte bu at serçenin bir metre
              yetmiş beş santimetre kadar uzağından geçiyorken sanki ruhani bir ilhama mazhar olmuş gibi, gayet
              hayırlı bir şey yaptı. Yani oraya bir kucak taze gübre bıraktı. “Gübre” deyip geçmeyiniz. İnsan için el,
              ayak; kuş için kanat, geyik için boynuz, vapur için baca; tayyare için pervane ne ise, “gübre” de ziraat
              için odur! Gübresiz ekip biçme olmaz. Eğer atlar, eşekler bu maddeyi bize ihsan etmemiş olsalar, buğ-
              day yetişmez. Tarlalar cansız kalır. Tarlalar çöl olduktan sonra biz de açlıktan mahvoluruz. Son zama-
              nın alimlerinden birkaçı suni gübre imaline kalkmışlardı. Eğer muvaffak olsaydılar, tabii atlar da güb-
              re yapmaktan vazgeçerlerdi. Fakat o vakit ne yapacaklardı? Acaba yalnız asit ürik mi ifraz edeceklerdi?
              Neyse…
              Biz yine sadede gelelim: Serçecik, bir metre yetmiş beş santimetre ötesinde gayet taze bir gübre yığını-
              nı görünce, mahmur gözlerini açtı. Tin tin sıçradı. Bu hafif beyaz bir duman çıkaran koyu sarı madde-
              nin başına geçti. İçindeki arpaları birer birer topladı. ‘Topladı” deyince bir yere biriktirdi, sanmayınız.
              Topladıkça yuttu. Boş kursakçığı doldu, davul gibi şişti. Donan ayaklarına hareket geldi. Kanatlarını
              kımıldattı. Pırradak uçtu. Bahçenin yanındaki dama kondu. Avazı çıktığı kadar ötmeye başladı:
              “Cik, cik, cik...”
              Bu esnada bahçeye bir çocuk çıktı.
              (...)


                                                                                         (Düzenlenmiştir.)
                                                     Ömer Seyfettin, Yalnız Efe, Morpa Kültür Yay. Ltd. Ş., İstanbul, 2006.



                                                                                                    61
   57   58   59   60   61   62   63   64   65   66   67