Page 101 - Türk Dili ve Edebiyatı
P. 101

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI                                          11




                  Gurbet ili mi?  Henüz hiçbir düşman ayağının basmadığı bu arı vatan toprakları bir gurbet ili mi?
               Ne kadar inkar edecek olsam gene bu hissimi saklayamayacağım: Mehmet Ali’nin köyüne yaklaştıkça
               bir şeyden, aziz bir şeyden ayrıldığımı sezinliyordum. Yüreğime bir ağırlık çöküyordu.
                  Arkamda ne bırakmıştım ki böyle hüzünleniyordum? Bir yurt mu? Bir ana mı? Bir sevgili mi? Hayır,
               hiçbir şey, hiç kimse.
                  Bütün kaybettiğim şeyleri burada bulmağa geliyorum.

                  Araba, bir taşa çarpmış gibi sarsılarak durdu. Mehmet Ali bana hiçbir söz söylemeden, aşağıya
               atladı. Karanlık içinde kaybolup gitti. Ben, bu dakikadan itibaren iradesi başkaları nın iradesine tâbi bir
               adamdım. Arabanın içinde büzülmüş oturuyordum. Bavullarımın, çantalarımın arasında, ben de bir
               bavul, bir çanta gibiydim. Arabacıya, “Geldik mi?” diye sormağa cesaret edemiyordum. Lâkin o bana
               sordu:
                  — Nereye gideceğiz?

                  — Bilmem. Arkadaşımı bekleyelim.
                  Nihayet, Mehmet Ali geldi. Yanında, bir metre yirmi santim boyunda bir gölge ile. Mehmet Ali ve
               bu gölge arabanın içine doğru uzanıyorlar. Sessizce, eşyaları birer birer indirmeğe koyuluyorlar. Ben
               de bunlarla beraber, aynı sessizlik içinde yere iniyorum.

                  Mehmet Ali, beni buraya getirdiğine şimdiden pişman mı? Acaba evde anasıyla kardeşleri onun
               bir konukla geldiğini haber alır almaz kendisine çıkıştılar mı? Eşyamın arkasından acayip bir sıkılgan-
               lıkla yürüyorum. Ayaklarım kâh bir çukura giriyor, kâh bir taşa çarpıyor. Kâh karpuz kavun kabuklarını
               andıran birtakım  zıypak şeyler üzerinde kayıyor. Ve köy, bataklıkta bir uyuz manda gibi kokuyor.

                  Mehmet Ali:
                  — Gir beyim...

                  diye seslendiği vakit, nihayet ameliyat masasının başına getirilen bir hasta gibi teslimiyetle eğil-
               dim, bir delikten içeriye girdim. Tabanı kaba bir hasırla örtülü bir oda; kenarda bir ihtiyar kadın, elinde
               bir fenerle duruyor. Mehmet Ali:

                  — Beyim, hele şuraya bir otur, dedi ve bana, odanın, köşesinde bir şilte gösterdi. Kapıdan girdiğim
               zamanki teslimiyetle şiltenin üzerine çöktüm. Kadın feneri yere koyup çekildi. Yarı aydınlık içinde, göl-
               gesi tavana vuran Mehmet Ali’nin yüzüne bakıyorum. Memnun mu? Canı sıkılmış gibi mi? Hayır, ne o,
               ne bu... Mehmet Ali, sadece dalgındı.
                  Demin, kendisiyle  beraber eşyaları taşıyan  küçük adam, on-on bir yaşlarında bir erkek çocuğu,
               şimdi odanın ortasında durmuş dikkatli dikkatli bana bakıyor. Mehmet Ali, bavullarımı sıra sıra duva-
               rın dibine koydu ve sonra dışarıya çıktı. Çocuk, aynı noktadan gene bana bakıyor. Bu; çocuktan ziyade
               bir cüceye benziyor. Bakışlarının bir büyük adam bakışlarından farklı olmaması şöyle dursun, yüzü
               şimdiden yıpranmış, vücudu katılaşmış, hareketleri ağırlaşmıştı.

                  Soruyorum:
                  — Sen Mehmet Ali’nin kardeşi misin?

                  Başıyla, “Evet “ işareti yapıyor.
                  — Kaç yaşındasın sen bakayım?

                  — On dört.



                                                                                                           99
   96   97   98   99   100   101   102   103   104   105   106