Page 100 - Sosyal Bilimler Liseleri Oku-Yorum Yazı-Yorum Projesi Öğrenci Seçkisi
P. 100

NE KÜÇÜMSENİN NE DE YÜCELİN

                Ahmet Mithat’ı çoğunuz tanırsınız. Öyle ki kendisi ‘Yazı Makinesi’ ya da ‘Hâce-i Evvel’ olarak bilinirdi.
        Peki, ne kadar tanıyorsunuz kendisini? İlk Türk romancısı olduğunu hatta ilk polisiye romanının da sahibi
        olduğunu biliyor muydunuz? Zamanla çok okunan bir yazar olmuş, Tanzimat Dönemi’nde yıldızı parlayan
        sanatçılarımız arasına girmiştir. Aynı dönemin tanınmış diğer sanatçıları Emin Nihat, Sami Paşazade Sezai
        ve Nabizade Nazım… Yazmış olduğu eserlerinde sanat kaygısı taşımadığı için eserleri teknik yönden ku-
        surludur. Ahmet Mithat’ta da bulunan edebî kusurlar çoğunlukla teknik yönden sıkıntılardır. Bu dönemde
        yazdığı romanının bazıları şunlardır: Henüz 17 Yaşında, Paris’te Bir Türk, Felatun Bey ve Rakım Efendi adlı
        romanlarıdır. Bu dönemde düşündüğü ve sonradan belirttiği siyasi görüşler nedeniyle dışlanmış bundan
        sonra da gözden düşmüştür. Çok uzatmak istemem çünkü sonra konu dağılır, asıl konumuz olan eser de-
        ğerlendirmesinden uzaklaşmış oluruz.


               Neyse asıl konumuz Felatun Bey ve Rakım Efendi. Tanırsınız inşallah. Neredeyse- ve bence öyle – en
        önemli eseridir Ahmet Mithat’ın. Peki kim mi bunlar? Felatun Bey mesela, Mustafa Merakı Efendizade’nin
        oğlu olan Felatun Bey. Bir de kardeşi Mihriban. İki kardeşe ve hem ana hem de baba olan Mustafa Merakı
        Efendi. Neden mi hem ana hem baba? Çünkü Felatun Bey ‘in annesi Mihriban Hanım’ı doğururken öldü.
        “Mevla rahmet eylesin.” -amelince elbette-. Merakı Efendi Batı özentili bir adamdı. Soyut alafranga anlaya-
        cağınız. Öyle ki alafrangalığını belli eden bir ev dahi yaptırmıştı. Bence biraz abartılı bir alafrangaymış. Üs-
        küdar’da güzel, rahat konağı, bağı, bahçesi bulunmasına rağmen her şeyini satıp Tophane’ye gelmiş (gel-
        mek de gelmek ha(!)). Öyle böyle ama Merakı adı bile her şeye olan merakından geliyordu. Zaten böyle bir
        soydan gelen Felatun Bey’in hâl ve tavrı daha kolay zihninizde canlansın diye öncelik soy ağacından başla-
        maktır diye düşündük. Merakı Bey olgunluk derecesindeki alaturkalıktan aynı dereceden bir alafrangalığa
        ani sıçrayışta bulunmuştu. Sadece ortaokuldayken birden Fransız hocadan ders almaya başlamıştı. Merakı
        Bey öyle eğitim görmüş bir adam olmadığı için ve çocuğuyla ilgilenebilecek bir vakti olmadığından okulun
        ve Fransızcayı yeterli görmüştür. Bence vakti olmadığından değil aksine boş vaktini boş geçirmek içindi
        bu ilgilenmeyiş. Zaman gelip geçince Eflatunlar beyi Felatun Bey büyüyüp kalemlerin birine memur oldu.
        Ama derdi çalışmak değildi, haftada 3 saat çalışıp babasının mirasını yiyor, oturuyordu. Ha bir de o sıralar
        Mihriban Hanım’ı görücüye geliyorlar “Mihriban Hanım görücülere oğullarının ne işle uğraştıklarını sorar,
        “kâtip” cevabını alınca “Oh! Cebi delik!” der, “asker” cevabını alınca “yarım kunduralı”, “hoca” cevabını alınca
        da “sarımsak başlı” diyerek hepsine bir kulp uydururdu. Görücüler, “A hanım kızım niçin böyle söylüyorsu-
        nuz? Oğlumuz şöyledir böyledir.“ diyecek olsalar bir püsküllü kahkaha koyuverip “Oh, kalmışım kalmışım
        da sizin oğlunuza mı kalmışım. Hanım oğlunuza başka bir yerden kız arayınız.” diye kalkarak yürüyüverirdi.”
        Orta iyi kıvam da anlattık bence Eflatunlar beyi Felatun Beyi. Sıra Rakım Efendi de. Kendisi öz be öz Tophane
        kavaslarından birinin oğlu. Babası ölmüş, annesi ve cariyesi ile büyümüştür. O dönemde cariyelik çok yay-
        gındı. Neyse yıllar sonra kendini Dışişleri Kalemine kabul ettirerek gece gündüz demeden çalıştı. O gecesini
        gündüzüne katarak çalıştığı yıllarda anneciğini kaybetmiş ve bu durumla hem yetim hem öksüz kalmıştı.
        Cariye ile birlikte kalmıştı. Vakit geçtikçe daha da işine odaklanır hâle gelir Rakım. Şaşırdınız mı? Rakım an-
        nesinin bile yasını tutmadan kendini avutabilmek adına işteydi. Günler geçti işler çoğaldı ve bitti. Bir gün
        Tophane’den Beyoğlu’na çıkmak için yolu kısaltmak adına Karataş’tan geçer. Bir dere üstünde ihtiyar bir
        adamı görür. Yanında Çerkes güzelini görür. Görmesiyle yüreği kıza aktı ise de “Dadım beyaz istemez, Arap
        ister” diye düşünür.  Çünkü adamın yanındaki kız beyaz tenli ve güzel bir Çerkez’di. Kız uzun boylu, kara
        gözlü, kara kaşlı, ufak ağızlı, güzel burunlu ve aynı zamanda gayet zayıf ve hastalıklı, on dört yaşında bir kız.
        Fiyatı yüz altın olmasın mı? Rakım’la kız karşılıklı ağlamaklı olurlar. Ne yapar ne eder seksen altına alır yirmi
        altın için şahit göstererek senet yaptırır. Çerkez kızını alıp ve endişeli bir şekilde götürür. Dadısından çekinir
        ancak dadısı aksine mutlu olur. Kızı gün geçtikçe birbirlerini daha çok severler ve artık o canlarına can katan
        Canan’dır.

           98
   95   96   97   98   99   100   101   102   103   104   105