Page 83 - Türk Dili ve Edebiyatı 11 Beceri Temelli Etkinlik Kitabı
P. 83

Ortaöğretim Genel Müdürlüğü                         TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI 11            39

             2. ÜNİTE > Hikâye             Kazanım A.2.4: Metindeki çatışmaları belirler.
             Alan Becerileri: Okuma Becerisi  Genel Beceriler: Eleştirel Düşünme Becerisi
             Etkinlik İsmi                     Çatışa Çatışa Öğreniyoruz                         35 dk.

             Amacı     Metindeki çatışmayı yazılı ve sözlü olarak ifade edebilmek.               Bireysel
              Yönerge  Aşağıdaki metni okuyunuz. Metinden hareketle soruları cevaplayınız.
                     (Metin, aslına sadık kalınarak alınmıştır.)

                                                Portakalcı İsmet Bey
             Alnımın kabağında, “Aptal” mı yazıyor ne, benim göremediğim ve başkalarının pek iyi gördüğü. Por-
             takalcıları anlatacağım ya, hayır canım mağazalarda falan da bazen öyle hatta bakkal dükkânlarında.
             Ben şahsen saygılıyımdır insanlara, tanımadığım herkese karşı dikkatliyimdir, ilk tanıştığım insanın
             bir kötü tarafını görünceye kadar, onu hemen iyiler hanesine yazarım. Gerçi bende kötüler hanesi pek
             yoktur ya, neyse. Ama bak Portakalcı İsmet Bey için düşüneceğim bir kolaylık. Hele bir gelsin parasını
             almaya... Bir ay evvel kapı çalındı, ben beşinci katta oturuyorum, neyse, baktım, bir koca naylon torba
             portakal yüklenmiş bir adam, şu İsmet Bey. İsmini daha sonra öğrendim, ille satacak portakalları, bir
             metih bir metih. “Bak, az portakal yok bu torbada, dedim, bir de kötü çıkarsa.”  Yemin billâh etti, olma-
             dı. ‘‘Kötü çıkarsa  çocuklarıma beddua edersin ablacığım.’’ dedi.
             “Hadi hadi, dedim, hiç çocuklara beddua mı edilirmiş.” Yan gözle parmağına baktım, bak bu uyanıklık
             işte, kendimden memnun kaldım, parmağında yüzük yoktu. Demek evli bile değil! İrice ve şişko dol-
             makalem misâli bir âlet çıkarıp tarttı; yirmi kilo. Eh verdim kırk bin lirayı. İsmini sordum, artık müşte-
             risi olmuştum, on beş yirmi günde bir uğrayacaktı bana. Gülücüklerle kapıyı kapattım.
             Portakallar bitti, ben o gün manavdan üç kilo mandalina alıp geldim ki eve, kapı çalındı, bu kez tüyü
             taze bitmiş, on beşlik bir oğlan çocuk. Elinde bir koca torba, sıkma portakal... “A yavrum iyi olurdu ama
             ben portakalcı İsmet Bey’in müşterisiyim, ondan başkasından almam çünkü eli kulağındadır, bugün
             yarın gelir.” dedim.
             “Ablacığım” dedi, neredeyse anneannesi yaşındayım ya, neyse, “Ben İsmet Bey’in oğluyum, kendisi
             köye gitti, müşterileri bana ısmarladı.” İlk tanıştığıma, hemen iyi damgası basan ben bile bir an tereddüt
             ettim, çocuğa inanmadığımı söyledim. Pek bozuldu, eliyle havada anlaşılmaz bir işaret yapıp: “De he
             şöyle bir adam di mi bu İsmet Bey, işte ben onun oğluyum, yalan söylüyorsam gözüm çıksın, iki gözüm
             önüme aksın.” Ben düşündüm, yaşıtları okul talebesi, bu zavallım karda kışta sırtında torba portakal
             satmakla uğraşıyor, içim pek acıdı. “Hadi dedim, hadi söylediğine inanmadım ama alacağım bu porta-
             kalları.” Böylece yalanını yutmadığımı, aslında uyanık olduğumu, beni kandıramayacaklarını bir iyice
             belirttikten sonra, sordum: “Kaça?” On yedi bin beş yüzmüş, benim elli bini bozamadığı için, beş yüz
             liramı da veremedi, on sekiz bine aldım sıkma portakalları. İsmini sordum. Muharrem, dedi. “Bir daha
             gelme Muharrem!” deyip kapattım kapıyı.
             “İyi, iyi de diye düşünüyordum, şu portakalları kim sıkacak şimdi. İş yine bana kalacak!” Az pişman
             mı oldum aldığıma ne, işte tam o an kapı çalındı, açtım soğuktan morarmış bir yüz; “Geçen geldim sen
             yoktun ablacığım, bey de almadı, yine geldim çünkü sana söz verdim.” dedi. İşte o dakika kıpkırmızı
             oldum, “Ayol, dedim, senin on beş yaşlarında Muharrem diye oğlun yok mu?” Azca alaylı gülümsedi,
             “A ablacığım, bi bak bana, daha gencim nereden on beş yaşında oğlum olacak, benimki on iki yaşında
             ancak var.” dedi. Meseleyi anlattım. “Sakın kusura kalma ama seni aldatmış o çocuk.” dedi. “Yok, dedim
             aldanmadım da acıdım hâline, ne de olsa bu kışta kıyamette, kapı kapı dolaşmak, kolay değil.” İsmet
             Bey, bu sefer üzerine alındı, “cık cık”ladı, başını salladı: “Elâlemin küçük çocuğuna acıyorsun da be
             ablacığım, bu kışta kıyamette diyorsun da bak ben sırf sana söz verdiğim için ikinci defa çıktım şu mer-
             divenleri, bana hiç acımıyorsun.” dedi. Doğru söylüyordu, ne de olsa ben onun müşterisiydim. Yarım
             ağız; “Çocuğun sattıkları sıkmaydı zaten.” dedim. “Tamam ablacığım bunlar Waşington, bunları da al,
             bak şimdi istemem parasını, o çocuğa verdin, sende kalmadı biliyorum, ay başında gelirim ben.’’ “Dur
             yahu.” dememe kalmadan yine o dolmakalem tartısını çıkarıp torbanın ucuna takıverdi, “Yirmi üç kilo,
             iki bin liradan kırk altı eder ama ben senden kırk beş alacağım çünkü ablamsın.” dedi. Düşündüm, tak-
             sitle bir şey aldım mı ille fazla para vermek zorunda kalırsın, bu adamcağız, bin lira tenzilât (indirim)
             yapıyor, doğrusu kârlıyım. “Olur, dedim, ay başında uğra, al paranı.” Torbayı içeri alırken biraz hafif gibi
             geldi, yani pek yirmi üç kilo değilmiş gibi. Söylendim kendime; “A kadın, senin elin terazi mi, işte o dol-
             makalem molma kalem, tarttı. Eli yüzü düzgün bir adam, seni aldatacak değil herhalde, hem ben onun
             müşterisiyim!” böyle dedim, mutfağa sürüklediğim torbayı, sıkmaların yanına bıraktım. Derken şöyle


                                                                                                    81
   78   79   80   81   82   83   84   85   86   87   88