Page 117 - Türk Dili ve Edebiyatı
P. 117
TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI 11
lırdı. Hayır. Atılmazdı. Benimle ilgisi sınırlı. İşte gene kaybettim. Neden acele ettim? Burhan kendini
tuttu, konuşmadı. Böyle bir meselesi yok aslında. O zaman da kendi kaybeder. Kaybeder ama, şu
Burhan da neden ağırlık taslar, mollalar gibi? Bu Selim de, insandan hiç anlamazdı. (...) Turgut kendi-
ne gel, adamın bir şey dediği yok. Eski huyların ortaya çıktı gene. Çıksın! Eski huylarımdan kaçmakta
acele etmişim anlaşılan. Bu ‘olay’ karşısındaki zayıflığımdan anladım bunu. Yeni huylarımla büsbütün
gülünç oldum. (...) Şimdi de Müzeyyen Hanıma döndü. Onunla, bir anayla nasıl konuşulursa öyle
konuşur herhalde. Ben de kendimi ele vermeyeceğim daha fazla. Senden sonraya kalmakla da Selim’i
daha çok sevdiğimi göstermiş olacağım. Efendim?
“Ne söyleyeceğimi bilemiyorum,” diyordu Burhan. Ben de bilemiyorum. Birden mahzunlaştı. Bana
anlatabilirdin Selim. Böyle bir durumda kim dinlemezdi ki seni? Ne yaptın son aylarda? Anlamasam da
dinlerdim seni. Bir “hukukumuz” vardı hiç olmazsa. Ölümcül düşüncelerini hafifletirdi bir insanın var-
lığı belki. Belki de anlatmaya çalıştın birilerine. Kim bilir? Anlatamadın; belki o insanın yüzüne bakar
bakmaz anlatmanın yararsızlığını gördün. Bu düşüncelerle çevresini, Burhan’ı, ona duyduğu sebepsiz
öfkeyi unuttu; kendini bıraktı bir süre. Gözü, bir koltuğun üzerindeki dantele takıldı; hissetmeden ona
baktı ve düşündü. Her gün birlikte yaşadıkları yılları düşündü. Nasıl bu duruma geldik Selim? Bir ara-
da olmanın kaçınılmazlığından başka bir neden yok muydu bizi yaklaştıran? Aramızdaki boşluğu na-
sıl doldurmalıyım? Sen olmadan seni nasıl öğrenmeliyim? Belki de, bu kısa huzursuzluğu duyduğum
için, dantelin kıvrımlarından gözümü bir türlü ayıramadığım için benimle övünürdün. Koca ayı, derdin,
düşünür gibi bir halin var. Dikkat et midene dokunur sonra. Zarar yok; yaşasaydın da beni yerin dibine
batırsaydın. Bin kere esir alsaydın beni, Selim! Öyle durma hiç konuşmadan. Ağır bir söz söyle; utandır
beni. Söyle, de ki: bin tane kitap okumak gerek. Geceleri de uykusuz kalınacak. Her gün durmadan
koşulacak, akşama kadar; sonunda epsilon kadar küçük bir fayda temin edilecek. Bir epsilon, iki epsi-
lon... razıyım. Esir Selim esir. British Museum’a gidilecek. (...) istersen sakal da bırakırım. Kataloglar için-
de kaybolacaksın Turgut, de. Bir dene bakalım. (...) Hidrolik çalışmak gerekiyor, hem de ezberlemek
yok; anlayarak, desen itiraz edersem o zaman söyle. Batı ve Güney Anadolu Hitit, İyon ve Mikene me-
deniyeti kalıntılarını görmenin bir yararı olacak mesela. Arabayı alınca hemen toplarım çoluk çocuğu.
Çoluk çocuk mu hayır, hayır Selim. Bir an için oldu o duraklama. Bir yolunu bulurum. Sen düşünme
orasını. Selim, ne kuvvetliyim göreceksin. Ellerinin bütün gücüyle koltuğun kenarlarını sıkmakta ol-
duğunu hissetti. Endişeli bir bakışla Müzeyyen Hanıma ve Burhan’a çevirdi gözlerini. Ona bakmadan,
alçak sesle konuşuyorlardı. Hepimiz suçluyuz Selim. Alçak sesle konuşmalıyız. Fakat ben bir yolunu
bulup yükselteceğim sesimi. Burhan ayağa kalktı, Turgut’a yaklaşarak elini uzattı. Turgut bu eli kuv-
vetle sıktı. “Ankara’ya gelirsem... sizi aramak... konuşur... bir mahzuru yoksa...” gibi sözler mırıldandı
Burhan’a. Bir kâğıda bir şeyler karalayıp verdi Burhan. Bakmadan cebine attı bilinçsiz bir hareketle.
Müzeyyen Hanım oturma odasına döndüğü zaman, Turgut’u aynı yerde, ayakta buldu. Turgut,
yavaş bir sesle sordu: “Odasına gidebilir miyim?” Selim’in annesi, Selim’den bir şeyler taşıyan yüzünü
yana çevirdi, gözyaşlarını göstermemek için. Turgut bir an durdu, onun omzuna dokunmak istedi;
vazgeçti. Selim’in odasına yürüdü.
Turgut, biraz içi burkularak girdi odaya. Bu oda benim için, göründüğü kadar sıkıcı değildi. Belki
de sıkıcıydı; benim tanıdığım gibi değildi. Selim de, onu bütün canlılığıyla tanıdığım bir sırada ken-
dini öldürdü. Bu odayı tanımıyorum herhalde; içinde ölen Selim’i bilmiyorum. Odaya ve eşyaya ilk
defa bakıyormuş gibi incelemeye başladı. Pencereyi tam kapatmayan ve güneşi biraz geçiren basma
perdeler sıkı sıkı kapalıydı. Basmanın bazı yerleri solmuş bazı yerlerine de pencereden sızan yağmur
suları, koyu çerçeveli büyük damgalar vurmuş. Pencerenin üstüne çıplak bir rayla tutturulan bu per-
115