Page 80 - Türk Dili ve Edebiyatı
P. 80

10         TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI



                  Ne sıkıntılı, ne beyhude ve ne azaplı gün. Muhabir, Salime Hanım’ın başıyla idare ettiği nutuklara arada bir
               lütfen başını sallıyor.
                  (...)
                  Haşmet Bey:
                  —Mister Cook, İngiltere’nin bizi muhakeme etmesi için kurulmuş bir mahkemede olduğumu zannetmiyo-
               rum. Sadece suitefehhümleri izaleye uğraşıyoruz. Bizimle görüşmek istediğinizi Salime Hanım söyledi; buraya
               geldik, dedi.
                  —Evet, evet Kolonel, anlaşmak lâzım. Artık eski devri kapamak, bizimle anlaşmak lâzım; İngiliz himayesini…
                  Lâkırdısını bitirmeden kapı çaldı. İhsan dört genç zabit arkadaşıyla girdi. Mister Cook oturduğu yerde de-
               vam etti:
                  —Evet, İngiliz himayesini baştan başlayarak hepiniz istemelisiniz. Bakın Hindistan’a, ne mesut. Allah bizi
               beyaz adamdan ayırmasın, diye hep dua ederler. Gerçi bu zor işi İngiltere kabul eder mi bilmem, fakat sizin için
               başka türlü kurtuluş var mı? Bilhassa Çanakkale’de katlettiğiniz altmış bin İngiliz var. Samimî bir nedamet olursa
               belki İngiltere affedebilir.
                  Salonda soğuk bir sükûn hâsıl oldu. Havada sanki sıfırdan aşağı bir bürudet vardı. Askerlerin yüzüne baka-
               mıyordum.
                  Salime Hanım, kıpkırmızı en nazik Fransızcasıyla:
                  —Ah Mösyö, İngiltere’ye kendimizi muhakkak affettireceğiz, diye başlamıştı.
                  —İngilizler aflarını talep edenlere versinler.
                  Birdenbire şaşırdım. İhsan en aziz bir şey tehlike içinde imiş gibi Ayşe’ye doğru gitti. Haşmet Bey, genç asker-
               ler, hatta o sivil paşa da ona dönmüştü. Söylenen Ayşe idi. Yerinden kımıldamıyor, yüzünde hareket yok, yalnız
               gözleri siyah daireleri içinden namütenahi açılmış, nihayetsiz bir itimadı nefs ve kudretle ve salim bir Fransızca
               ile söylüyordu. Odadaki etrafına toplanan hareketi görmemiş gibi devam etti:
                  —İngilizler aflarını talep edenlere versinler Mösyö, affı zalimler değil, mazlumlar verir. Çanakkale’de dövü-
               şürken ne asi, ne esirdik. Namuslu bir millet gibi dövüştük, öldük, öldürdük. Ne zamandan beri ve hangi milletle
               harp edilir de mağlûp olduğu zaman ona katil denilir?
                  —İngiliz kanıyla Türk kanı bir mi, Madam?
                  —Mikroskop altında İngiliz kanını görmedim. Rengi bizimki kadar kırmızı mı yoksa mavi mi, bilmiyorum.
               Fakat Türk kanı ateş gibi sıcak ve kırmızıdır.
                  —Peki Madam, Türk kanını tahkir etmiyorum. Yalnız kendinizi İngilizlere affettirmeye muhtaçsınız, demek
               istiyorum.
                  - Siz bizden af talep ediniz. Dün mütareke yaptınız, dün silâhlarımızı bize bıraktırdınız. Bu gün memleketi-
               mize hırsızları, katilleri gönderiyorsunuz ve katilleri, hırsızları, tarihî bir şerefi olan büyük donanmanız himaye
               etti. Yeşil İzmir’i kan ve alev içinde bıraktınız. Bakınız sokaklarına, üniformalı hırsızlar, katiller silahsız ahaliyi
               kurşunla, dipçikle öldürüyor. Her evden koltuğunda bir bohça, bir Yunan neferi çıkıyor. İhtiyarların başı taşla
               ezilmiş, siyahlı kadınlar mütemadiyen bu vahşi sürüden kaçışıyor. Elleri bağlı masum kafileleri süngüleyerek,
               yüzlerine tükürerek, kan içinde sürükleyerek gemilerinizin önünden geçiriyorlar. Haydutluğu alkışlamadığı için
               işte namuslu bir adamı parçalıyorlar, bir sürü Yunan askeri onu kendi kapısının önünde bağırarak, söverek par-
               çalıyorlar. Sırf eğlence için beş yaşında bir çocuğa nişan alıyorlar. Zavallı yuvarlak küçük mahlûk! Siyah gözlerin-
               de yaşlar kurumadan kalbinden vuruldu, nişan o kadar iyi alındı ki, küçük dudaklarından “anne” diye bir şikâyet
               bile çıkmadı.
                  İhsan, Ayşe’nin sandalyesinin arkasını iki elleriyle koparacak gibi tutuyor, yüzü öyle korkunç ve gergin ki.
               Mister Cook, mazlumların zalimlerden kuvvetli olabileceğini duydu mu bilmem, fakat odanın havasını fazla
               korkunç ve bârid buldu. Tuhaf bir ciddiyetle kalktı. Biraz kısık bir yılan ıslığı ile:
                  —Bu gün bana İzmir kızını dinlettiniz, teşekkür ederim, dedi. Kimse elini uzatmadı. O, Salime Hanım’la çıkar-
               ken ben de kapıya kadar gittim.



          78
   75   76   77   78   79   80   81   82   83   84   85