Page 19 - Türk Dili ve Edebiyatı 10 | 5.Ünite
P. 19

ROMAN





            mızı bakır mangalla ısınan bu yuvacıkta annesini, kardeşini yalnız bırakarak, hatta geç kalmak korkusuyla
            mangalın kenarına sürülen parlak sarı cezveden hissesini almayarak bu gece seferleri için aldığı muşamba
            paltosunu giyer, “Anne ben gidiyorum, uykunuz gelirse beni beklemeyiniz!” der, kalbinde bu eve, şu muh-
            tasar aile ocağına bir hasret hissiyle sokağa çıkardı.
               Soğuk!... Kışın tipilerle esen rüzgârı paltosunun başlığından hücum ederek yüzünü tırmalar, bütün
            vücudunu kaplayan ürpermelerle titretir. Hasır iskemle üzerinde yazı ile geçen bir günden sonra o küçük
            fakat şirin sarı mangalın kenarından mehcur olmak, meşkûk işlerle geçinen sefiller gibi geceleri karanlıklar
            içinde ekmek parasına koşmak takat kıran bir dert idi.
               Her dakika bir çamur birikintisine batmamak için durmaya mecbur olur, iki ellerini ceplerine sokarak
            eteklerini dizlerinin üstünde zapta çalışa çalışa taşların üzerinden sekerek yürür, bazen duvarın kenarın-
            dan bir gölge şeklinde süzülerek geçer, güzergâhına tesadüf eden küme küme büzülmüş köpeklerden kor-
            karak yolunu değiştirir; bazen bir viranenin boşluğundan geçerken şimdi bir el uzanıverecekmiş, yakasın-
            dan tutuverecekmiş gibi kalbinde bir hiras titremesi duyardı.
               Sonra bir aralık yağmur başlar, omuzlarında, başında muşamba paltosunu döverek sırtından süzülüp
            ayaklarına doğru akar, ne kadar kıvırırsa bir türlü çamurdan muhafaza edemediği zavallı tek pantolonunu
            ıslatır… Bu yarına kadar kuruyacak, sabahleyin mangalın kenarında tüterek geceden kalan nemi alınacak,
            İkbal bir yandan ütüyü hazırlarken o matbaaya geç kalmak arzusuyla üzülecek. Tenha karanlık sokaklar,
            soğuk rüzgârlarla karışık sıkı bir yağmur…
               O sokaklardan, o yağmurun altından geçer, ta Vezneciler’e kadar gelir. Kapının önünde zile dokunma-
            dan evvel bir nefes alır, sonra kapı açılınca henüz yemeğini bitirememiş, yağlı elini silmemiş uşağın tuttuğu
            mumun ziyasıyla dar bir merdiveni çıkar, selamlık odasına girer, orada bekler, ta ki küçük bey kitaplarını
            alıp haremden çıksın…
               –Hoca efendi, bugün hiç çalışamadım, affınızı rica ederim, mukaddimesiyle küçük bey girer. Ahmet
            Cemil’in her şeyden ziyade bu hoca efendi tabiri canını sıkar. Niçin? Canı sıkılmaya hakkı var mıydı?
               Çocuk küçük bir yaramazdır, fakat yaramazlıkları bir terbiye süsü altında saklıdır. Şakirdinin hiçbir
            zarafete mugayir haline tesadüf etmemiş olmakla beraber ufak bir serzeniş yapsa çocuğun cali bir mahcu-
            biyet edası ile gözlerini indirerek içinden: “Budala! Sen de… Sana ne oluyor? İster çalışırım, ister çalışmam.
            Keyfimin kâhyası değilsin ya!.. diyeceğinden emindir. Onun için daima affeder, zaten çocuğun kendisiyle
            beraber bulunduğu müddetten başka çalışmadığını da bilir.
               Derse başlanır; mesela hesaptan taksim anlatılacak, arzın küreviyeti izah edilecek, bir küçük efsane
            okunacak, ele geçen bir kitaptan imla yazdırılacak… Bunlara bedel o küçücük sıcak odada minderin üzeri-
            ne boylu boyuna uzanarak Musset’in “Geceler”ini, Hugo’nun “Temaşalar”ını, Lamartine’in “Tefekkürat”ı-
            nı okumak için nasıl bir iştiyak duyardı.
               Bir vakit gelir ki her ikisi de yorulur; çocuk küçücük eliyle ağzını saklayarak yalandan esnemeye başlar,
            Ahmet Cemil’in yorgun gözleri süzülürdü. Bir aralık uşak görünür: “Hanımefendi haber göndermiş, kü-
            çük bey artık yorulmuştur, diyor.” sözü üzerine derse nihayet verilir. Çocuk bir an evvel hareme gitmek,
            uşak da Ahmet Cemil’i bir an evvel evine götürüp avdet etmek için sabırsızlandıklarından bunun çocukla
            uşak arasında bir sania olması da pek ziyade ihtimal altında olmakla beraber, o, aldanmayı tercih ederdi.
               Avdet ederken başka bir fasıl başlardı. Uşak yavaş yavaş teklifsizleşmiş idi. O, buna sükûttan başka bir
            şeyle mukabele göstermediğinden uşak evde konuşmak vesilesi bulamadan geçen hayatının öcünü kendi-
            sinden çıkarırdı.
               Elinde muşamba feneri sallayarak, ilk önce önden gitmek âdet iken her defasında bir iki parmak geri
            kala kala nihayet yanında gitmeye başladığı Ahmet Cemil’e, bu geveze uşak bütün dertlerini döktü, mem-
            leketinde kendisini bekleyen nişanlısından bile bahsetti… O, yalnız dinler, yahut dinlemeksizin susardı.
            Nihayet sokağın başına gelince uşak:
               “Eh!.. Artık buradan gidersiniz.” derdi. Ahmet Cemil hafif bir selamla ayrılır, titreyerek anahtarı sokar,
            çamurlu lastikleriyle paltosunu hemen taşlığa atar, odasına çıkar, ıslak esvaplarını öteye beriye iliştirir,
            hayatta kendisine mukadder tek dinlenecek yeri olan yatağına girer.







                                                                                                           191
   14   15   16   17   18   19   20   21   22   23   24