Page 20 - Türk Dili ve Edebiyatı 10 | 5.Ünite
P. 20
5. ÜNİTE
Ahmet Cemil; mavi bir gecede gökyüzüne bakarken, eserini bitirip edebiyat çevrelerinde tanınacağı günlerin ha-
yalini kurar. Bu başarıyı elde edince Hüseyin Nazmi’nin uzun zamandır çok sevdiği kız kardeşi Lamia’yı isteyecektir.
Kimseye anlatamadığı, kendisine bile tam anlamıyla itiraf edemediği duygularla Lamia’ya bağlı olan Ahmet Cemil,
hayatının her anında, yaptığı her işte bu hayalle yaşamakta ve bu hayalden güç almaktadır.
Ahmet Cemil’in çalıştığı gazetenin ve matbaanın sahibi Tevfik Bey’dir. Tevfik Bey, oğlu Vehbi Bey’i evlendirmek
için Ahmet Cemil’in kız kardeşi İkbal’i ister. Kardeşinin hayatının varlıklı bir insanla evlenerek kurtulacağını düşü-
nen Ahmet Cemil, annesine de durumu açıklayarak bu evliliği onaylar. Vehbi Bey, ilk günlerde iyi biri gibi görünse
de zamanla kötü alışkanlık ve huyları olan biri olarak ortaya çıkar. Kendi canının istediği gibi yaşamakta ve babasında
kaldığını söyleyerek akşamları eve gelmemektedir. İkbal gün geçtikçe mutsuz olur. Bu arada Vehbi Bey matbaaya ma-
kine almak için Ahmet Cemil’i evini rehine koyması konusunda ikna eder. Bir akşam Hüseyin Nazmi, Ahmet Cemil’in
bitirdiği eserini okuyup tanıtması için birkaç arkadaşını köşke davet eder. Tanıtımdan sonra bu yeni anlayıştaki me-
tinleri benimsemeyen eski edebiyat anlayışının savunucusu insanlar, gazetede Ahmet Cemil ile ilgili küçük düşürücü
yazı yazınca Ahmet Cemil büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Bir süre sonra kız kardeşi İkbal, kocasından gördüğü
kötü muamele sonunda bebeğini kaybeder ve hastalanarak ölür. Bu olay, kardeşinin mutsuz evliliğinden kendisini
sorumlu tutan Ahmet Cemil için büyük bir yıkım olur. Matbaadan ayrılan Ahmet Cemil, borçları yüzünden evini
kaybetmek üzeredir. Hüseyin Nazmi, Avrupa’da bir elçilik görevi aldığını ve kardeşi Lamia’nın bir subayla evleneceği-
ni söyleyince Ahmet Cemil ikinci bir yıkım yaşar. Arka arkaya gelen bu yıkımların ardından, büyük ümitler bağladığı,
kavuşmayı hayal ettiği güzelliklere kendisini götürecek yol olarak gördüğü şiir defterini sobaya atarak yakar. Artık ya-
şamdan bir beklentisi kalmayan Ahmet Cemil, çok uzak bir ilde memurluk alarak İstanbul’dan ayrılmaya karar verir.
Aşağıda romanın, Ahmet Cemil’in annesi ve hizmetçi Seher’le birlikte imparatorluğun uzak bir
iline gitmek üzere çıktığı yolculuğun anlatıldığı son bölümünü okuyacaksınız.
Bir saat sonra Sarayburnu’nu dolaşan Fransız vapuru Hüseyin Nazmi’yi, sinesi ümit ile dolu, bir emel
cihanına doğru götürürken, Kızkulesi açıklarında bir bati meyil ile süzülerek yavaş yavaş ilerleyen Lloyd’in
Süveyş hattına işleyen ağır gemilerinden biri Ahmet Cemil’i kalbinde bir mezar ile son yeis türbesine sü-
rüklüyordu. Evvela, hareket esnasında, o dağdağa içinde hiçbir şey hissetmedi; valdesiyle Seher’i aşağıda
kendilerine tahsis olunan yere yerleştirdikten sonra yukarıya çıktı; sandallar, merdivenlerden telaş ile inip
çıkan halk, çözülen halatlar, koşuşan gemiciler, ara sıra iri sesiyle bu gürültünün içinde herkesi sükûta
davet ediyor gibi hiddetle bağıran düdük; daha sonra etrafında limanın izdihamı, İstanbul’la Galata ara-
sında sıkışan bu deniz parçasını bir mahşer haline getiren bütün o hareket bir müddet beynini, gözlerini
işgal etti; fakat vapur bu izdihamı yavaş yavaş, güya şu hayattan tahassürle iftirak ederek, uzak bıraktıkça;
dakikalar geçerek Ahmet Cemil’in nazarında bütün hayatının yegâne tahassüs mahfazası olan bu şehri
ufkun lacivert zeminine tersim olunmuş bir levha şeklinde bırakmaya başlayınca kalbinde birden, elim bir
iftirak hissi duydu; bir his ki hemen o anda bütün azmini sarstı; tekrar geri dönmek, kim bilir hayatının
belki sonuna kadar ayrılmak üzere olduğu bu yere tekrar ayaklarını basmak için şedit bir arzu uyandırdı.
Uzaklaştıkça karşısında Cihangir tepesinden denize doğru inen bayır küçük mülevven taş parçaların-
dan üzerine bir levha işlenmiş uzun, yüksek bir duvar şeklinde yükseliyor; öteden parça parça kaçarak
saklanıyor gibi görünen Beyoğlu sırtı ile Galata yokuşlarının üzerinden kalkmış mütecessis bir baş gibi
yangın kulesi iri gözleriyle bakıyor, öte tarafta İstanbul tepelerinin üzerinde camilerin birer gümüş miğfer
ile örtülü cesim başları yükseliyor, minarelerin semalara fışkırmak isteyen birer beyaz fevvare şeklinde
uzanan ince boyları yer yer akşamın esmer havası içinde güya ihtizaz ediyor; beride güneşin son ziyaları
ile tutuşmuş camlarıyla kırmızılıklara boyanan İhsaniye, Üsküdar, daha yüksekte yeşil tepelerin üzerine
eteklerini sererek Marmara’ya bakan Çamlıca, biraz daha ileride topraklardan ayrılarak kendisini deni-
ze salıvermek istiyormuş zannedilen Fener, Moda; nihayet vapur hareket ettikçe vaziyetlerini değiştiren
-yerlerinden oynuyorlarmış, bazen yekdiğerine sokularak, bazen birbirinden kaçışarak dalgaların içinde
yüzüyorlarmış vehmini veren- Adalar… Şimdi vapur biraz daha serbest ilerliyor, artık bu manzaralar ev-
velkinden çabuk uzaklaşıyor, ufkun sislerine boğuluyordu.
Orada, kalbinde derin bir yeis ile kendisinden kaçıyor zannedilen bu levhaya gözlerini dikerek, ba-
192