Page 28 - Türk Dili ve Edebiyatı 10 | 5.Ünite
P. 28
5. ÜNİTE
‒Affedersiniz, hanımefendi, harpte memleketini müdafaa eden, dövüşen yalnız İttihatçılar değildi,
dedi.
Mister Cook, gözünde kurnaz bir lem’a ile:
‒Yani siz Kolonel, İttihatçı olmadığınızı anlatmak istiyorsunuz. Hep aynı terane, paşalarınızdan kadın-
larınıza kadar… Harp ilan edildiği zaman nerede idiniz? İngiliz esirlerine niye fena muamele ettiniz? Er-
menileri niye kestiniz? İngilizler gibi büyük bir millete nasıl karşı çıkıyorsunuz? Bu kadar sene İngilizlerin
parasını, kanını, zamanını israf ettiniz, İngiltere sizi asla affetmeyecektir.
Haşmet Bey:
‒Mister Cook, İngiltere’nin bizi muhakeme etmesi için kurulmuş bir mahkemede olduğumu zannetmi-
yorum. Sadece suitefehhümleri izaleye uğraşıyoruz. Bizimle görüşmek istediğinizi Salime Hanım söyledi;
buraya geldik, dedi.
‒Evet, evet Kolonel, anlaşmak lâzım. Artık eski devri kapamak, bizimle anlaşmak lâzım; İngiliz hima-
yesini…
Lâkırdısını bitirmeden kapı çaldı. İhsan dört genç zabit arkadaşıyla girdi. Mister Cook oturduğu yerde
devam etti:
‒Evet, İngiliz himayesini baştan başlayarak hepiniz istemelisiniz. Bakın Hindistan’a, ne mesut. Allah
bizi beyaz adamdan ayırmasın, diye hep dua ederler. Gerçi bu zor işi İngiltere kabul eder mi bilmem, fakat
sizin için başka türlü kurtuluş var mı? Bilhassa Çanakkale’de katlettiğiniz altmış bin İngiliz var. Samimî bir
nedamet olursa belki İngiltere affedebilir.
Salonda soğuk bir sükûn hâsıl oldu. Havada sanki sıfırdan aşağı bir bürudet vardı. Askerlerin yüzüne
bakamıyordum.
Salime Hanım, kıpkırmızı en nazik Fransızcasıyla:
‒Ah Mösyö, İngiltere’ye kendimizi muhakkak affettireceğiz, diye başlamıştı.
‒İngilizler aflarını talep edenlere versinler.
Birdenbire şaşırdım. İhsan en aziz bir şey tehlike içinde imiş gibi Ayşe’ye doğru gitti. Haşmet Bey, genç
askerler, hatta o sivil paşa da ona dönmüştü. Söylenen Ayşe idi. Yerinden kımıldamıyor, yüzünde hareket
yok, yalnız gözleri siyah daireleri içinden namütenahi açılmış, nihayetsiz bir itimadı nefs ve kudretle ve
salim bir Fransızca ile söylüyordu. Odadaki etrafına toplanan hareketi görmemiş gibi devam etti:
‒İngilizler aflarını talep edenlere versinler Mösyö, affı zalimler değil, mazlumlar verir. Çanakkale’de
dövüşürken ne asi, ne esirdik. Namuslu bir millet gibi dövüştük, öldük, öldürdük. Ne zamandan beri ve
hangi milletle harp edilir de mağlûp olduğu zaman ona katil denilir?
‒İngiliz kanıyla Türk kanı bir mi, Madam?
‒Mikroskop altında İngiliz kanını görmedim. Rengi bizimki kadar kırmızı mı yoksa mavi mi, bilmiyo-
rum. Fakat Türk kanı ateş gibi sıcak ve kırmızıdır.
‒Peki Madam, Türk kanını tahkir etmiyorum. Yalnız kendinizi İngilizlere affettirmeye muhtaçsınız, de-
mek istiyorum.
- Siz bizden af talep ediniz. Dün mütareke yaptınız, dün silâhlarımızı bize bıraktırdınız. Bu gün memle-
ketimize hırsızları, katilleri gönderiyorsunuz ve katilleri, hırsızları, tarihî bir şerefi olan büyük donanmanız
himaye etti. Yeşil İzmir’i kan ve alev içinde bıraktınız. Bakınız sokaklarına, üniformalı hırsızlar, katiller
silahsız ahaliyi kurşunla, dipçikle öldürüyor. Her evden koltuğunda bir bohça, bir Yunan neferi çıkıyor. İh-
tiyarların başı taşla ezilmiş, siyahlı kadınlar mütemadiyen bu vahşi sürüden kaçışıyor. Elleri bağlı masum
kafileleri süngüleyerek, yüzlerine tükürerek, kan içinde sürükleyerek gemilerinizin önünden geçiriyorlar.
Haydutluğu alkışlamadığı için işte namuslu bir adamı parçalıyorlar, bir sürü Yunan askeri onu kendi ka-
pısının önünde bağırarak, söverek parçalıyorlar. Sırf eğlence için beş yaşında bir çocuğa nişan alıyorlar.
Zavallı yuvarlak küçük mahlûk! Siyah gözlerinde yaşlar kurumadan kalbinden vuruldu, nişan o kadar iyi
alındı ki, küçük dudaklarından “anne” diye bir şikâyet bile çıkmadı.
İhsan, Ayşe’nin sandalyesinin arkasını iki elleriyle koparacak gibi tutuyor, yüzü öyle korkunç ve gergin
ki. Mister Cook, mazlumların zalimlerden kuvvetli olabileceğini duydu mu bilmem, fakat odanın havasını
fazla korkunç ve bârid buldu. Tuhaf bir ciddiyetle kalktı. Biraz kısık bir yılan ıslığı ile:
200