Page 73 - Türk Dili ve Edebiyatı
P. 73

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI                                         10





               Kimseye anlatamadığı, kendisine bile tam anlamıyla itiraf edemediği duygularla Lamia’ya bağlı olan Ahmet Cemil,
               hayatının her anında, yaptığı her işte bu hayalle yaşamakta ve bu hayalden güç almaktadır.
                  Ahmet Cemil’in çalıştığı gazetenin ve matbaanın sahibi Tevfik Bey’dir. Tevfik Bey, oğlu Vehbi Bey’i evlendirmek
               için Ahmet Cemil’in kız kardeşi İkbal’i ister. Kardeşinin hayatının varlıklı bir insanla evlenerek kurtulacağını düşünen
               Ahmet Cemil, annesine de durumu açıklayarak bu evliliği onaylar. Vehbi Bey, ilk günlerde iyi biri gibi görünse de
               zamanla kötü alışkanlık ve huyları olan biri olarak ortaya çıkar. Kendi canının istediği gibi yaşamakta ve babasında
               kaldığını söyleyerek akşamları eve gelmemektedir. İkbal gün geçtikçe mutsuz olur. Bu arada Vehbi Bey matbaaya
               makine almak için Ahmet Cemil’i evini rehine koyması konusunda ikna eder. Bir akşam Hüseyin Nazmi, Ahmet Ce-
               mil’in bitirdiği eserini okuyup tanıtması için birkaç arkadaşını köşke davet eder. Tanıtımdan sonra bu yeni anlayış-
               taki metinleri benimsemeyen eski edebiyat anlayışının savunucusu insanlar, gazetede Ahmet Cemil ile ilgili küçük
               düşürücü yazı yazınca Ahmet Cemil büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Bir süre sonra kız kardeşi İkbal, kocasından
               gördüğü kötü muamele sonunda bebeğini kaybeder ve hastalanarak ölür. Bu olay, kardeşinin mutsuz evliliğinden
               kendisini sorumlu tutan Ahmet Cemil için büyük bir yıkım olur. Matbaadan ayrılan Ahmet Cemil, borçları yüzünden
               evini kaybetmek üzeredir. Hüseyin Nazmi, Avrupa’da bir elçilik görevi aldığını ve kardeşi Lamia’nın bir subayla ev-
               leneceğini söyleyince Ahmet Cemil ikinci bir yıkım yaşar. Arka arkaya gelen bu yıkımların ardından, büyük ümitler
               bağladığı, kavuşmayı hayal ettiği güzelliklere kendisini götürecek yol olarak gördüğü şiir defterini sobaya atarak
               yakar. Artık yaşamdan bir beklentisi kalmayan Ahmet Cemil, çok uzak bir ilde memurluk alarak İstanbul’dan ayrıl-
               maya karar verir.


                  Aşağıda romanın, Ahmet Cemil’in annesi ve hizmetçi Seher’le birlikte imparatorluğun uzak bir iline
               gitmek üzere çıktığı yolculuğun anlatıldığı son bölümünü okuyacaksınız.
                  Bir saat sonra Sarayburnu’nu dolaşan Fransız vapuru Hüseyin Nazmi’yi, sinesi ümit ile dolu, bir emel cihanı-
               na doğru götürürken, Kızkulesi açıklarında bir bati meyil ile süzülerek yavaş yavaş ilerleyen Lloyd’in Süveyş hat-
               tına işleyen ağır gemilerinden biri Ahmet Cemil’i kalbinde bir mezar ile son yeis türbesine sürüklüyordu. Evvela,
               hareket esnasında, o dağdağa içinde hiçbir şey hissetmedi; valdesiyle Seher’i aşağıda kendilerine tahsis olunan
               yere yerleştirdikten sonra yukarıya çıktı; sandallar, merdivenlerden telaş ile inip çıkan halk, çözülen halatlar,
               koşuşan gemiciler, ara sıra iri sesiyle bu gürültünün içinde herkesi sükûta davet ediyor gibi hiddetle bağıran
               düdük; daha sonra etrafında limanın izdihamı, İstanbul’la Galata arasında sıkışan bu deniz parçasını bir mahşer
               haline getiren bütün o hareket bir müddet beynini, gözlerini işgal etti; fakat vapur bu izdihamı yavaş yavaş,
               güya şu hayattan tahassürle iftirak ederek, uzak bıraktıkça; dakikalar geçerek Ahmet Cemil’in nazarında bütün
               hayatının yegâne tahassüs mahfazası olan bu şehri ufkun lacivert zeminine tersim olunmuş bir levha şeklinde
               bırakmaya başlayınca kalbinde birden, elim bir iftirak hissi duydu; bir his ki hemen o anda bütün azmini sarstı;
               tekrar geri dönmek, kim bilir hayatının belki sonuna kadar ayrılmak üzere olduğu bu yere tekrar ayaklarını
               basmak için şedit bir arzu uyandırdı.
                  Uzaklaştıkça karşısında Cihangir tepesinden denize doğru inen bayır küçük mülevven taş parçalarından
               üzerine bir levha işlenmiş uzun, yüksek bir duvar şeklinde yükseliyor; öteden parça parça kaçarak saklanıyor
               gibi görünen Beyoğlu sırtı ile Galata yokuşlarının üzerinden kalkmış mütecessis bir baş gibi yangın kulesi iri
               gözleriyle bakıyor, öte tarafta İstanbul tepelerinin üzerinde camilerin birer gümüş miğfer ile örtülü cesim başla-
               rı yükseliyor, minarelerin semalara fışkırmak isteyen birer beyaz fevvare şeklinde uzanan ince boyları yer yer ak-
               şamın esmer havası içinde güya ihtizaz ediyor; beride güneşin son ziyaları ile tutuşmuş camlarıyla kırmızılıklara
               boyanan İhsaniye, Üsküdar, daha yüksekte yeşil tepelerin üzerine eteklerini sererek Marmara’ya bakan Çamlıca,
               biraz daha ileride topraklardan ayrılarak kendisini denize salıvermek istiyormuş zannedilen Fener, Moda; ni-
               hayet vapur hareket ettikçe vaziyetlerini değiştiren -yerlerinden oynuyorlarmış, bazen yekdiğerine sokularak,
               bazen birbirinden kaçışarak dalgaların içinde yüzüyorlarmış vehmini veren- Adalar… Şimdi vapur biraz daha
               serbest ilerliyor, artık bu manzaralar evvelkinden çabuk uzaklaşıyor, ufkun sislerine boğuluyordu.




                                                                                                           71
   68   69   70   71   72   73   74   75   76   77   78