Page 74 - Türk Dili ve Edebiyatı
P. 74
10 TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI
Orada, kalbinde derin bir yeis ile kendisinden kaçıyor zannedilen bu levhaya gözlerini dikerek, bakıyordu.
Sabit, musır bir veda ile gözlerini o levhadan ayırmıyordu. Vapur uzaklaşıyordu; nihayet o levha üzerine bir tül
geçirilmiş gibi donuk kaldı, daha sonra büsbütün bulandı; o vakit üzerine güneşin bir donuk rengi dökülmüş
bulutlardan başka bir şey görmedi.
(…)
Bu siyah bir gece idi… Öyle bir gece ki gökler bütün kandillerini söndürerek denizlere gayp âleminin gizli
şeylerini dökmek için hazırlanmış gibiydi. Yalnız ileride direklerle bacanın birer serseri şeklinde yürüyen gölge-
lerine zulmetler içinde rehberlik eden vapurun kırmızı feneri bu siyahlıklar arasında açılmış uzak bir kırmızı göz
gibi parlıyordu. Bu siyahlıklar…
Ahmet Cemil işte şu saçlarının arasında üşüterek geçen rüzgârın, kanatlarını çırpa çırpa, bu siyahlıkları se-
malardan denizlere döktüğünü hissediyor, görüyor, onların sukûtu feşfeşesini işitiyordu. Kendi kendisine, için-
den, hep şahsi üslubunun tabirlerini tekrar ederek: Sanki bir bârân-ı dürr-i siyah! diyordu.
Birden, bu siyah gecenin karşısında aklına başka gecenin hatırası geldi.
Ta hulya hayatının başlangıcında, ümitlerinin incilası zamanında Tepebaşı Bahçesi’nde Haliç’e bakarak sey-
rettiği mai gece ile o bârân-ı elması tahattur etti.
Gözlerinin önünde o mai gece ile bu siyah gece tekabül etti: Mai ve Siyah.
Ah! Biçare hırpalanmış, ezilmiş hayat!.. Mai bir gece ile siyah bir gece arasında geçen şu nasipsiz, bahtsız
ömür!.. Bir bârân-ı elmas altında inkişaf ederek şimdi bir bârân-ı dürr-i siyahın altında gömülen o emel çiçekleri!..
İşte, işte, görüyor, gözlerinin önünden yağan bu siyahlıklar, denize döküldükçe bir bir sekerat zemzemesiyle
boğulan bu zulmetler, işte bunlar o hulya hayatının üzerine çekilen bir matem kefeni değil miydi?
O vakit denize baktı: Siyah bir deniz.. Karanlığın içinde geminin kenarından esmer bir köpükle kaynaşarak fi-
rar eden o siyahlıkları görüyor, altında mahuf, muhiş, adem vehmi veren siyahlıktan başka bir şey görmüyordu.
Ah! Bu denizin zulmetlerinde saklanan hakikatler, asıl hakikat… Bir karar hamlesi yalnız bir küçük hareket,
oraya gidebilirdi. Oraya gitmek, bu siyahlığın içine, bir daha çıkılamaz, avdet olunamaz derinliklere gitmek…
Dalgalar uzun, kalın birer siyah yılan gibi kıvrana kıvrana, yuvarlana yuvarlana açılıyor; belirsiz bir lisan ile
zulmetlerin sonsuz uzaklıklarına doğru serilerek onu davet ediyordu.
Bunların siyah kucağına atılmak, yarın doğacak olan o güneşin hayatın sefaletleriyle istihza eden ziyasından
kaçmak, bu siyahlıklar içinde sonsuz bir yoklukla mesut ve müsterih yuvarlanıp gitmek…
O zaman kendini bu dalgaların arasında süzülüp latif bir gaşiy ile mest olarak, sinirleri uyuşarak denizin o
dipsiz uçurumlarına doğru iniyor vehmetti. İniyor, bitmeyen bir sukût ile, zulmetleri tabaka tabaka yararak,
şu siyah dalgaları kütle kütle sırtına alarak, yavaş yavaş, muntazam bir ahenkle, ademe tam bir teslimiyetle
iniyordu. Evet, bir karar hamlesi, yalnız bir küçük hareket, nasipsiz geçen hayatı ile şu faydasız vücut arasında
bu denizin bütün siyah tabakalarını bir set silsilesi gibi bırakarak ta şu ummanın bir türlü sonu bulunamayan
derinliklerine kadar inecekti. Birdenbire silkindi…
Ta yanı başında bir ses:
– Cemil, niçin karanlıkta yalnız oturuyorsun? diyordu.
O vakit titreyerek ayağa kalktı: “Geliyordum, anne!...” dedi ve hayatta bir ümidi kalmamış bu çocuk, yavaş ya-
vaş, bu siyah geceden, şu kendisini çekip almak isteyen ademden ayrılarak, mevcudiyetini daha kuvvetle çeken
bu sese uyarak, annesini takip etti…
Halit Ziya UŞAKLIGİL, Mai ve Siyah
72