Page 30 - Türk Dili ve Edebiyatı 10 | 2.Ünite
P. 30

2.  ÜNİTE






               sütlü kahvesini içmiş, öteki de fincanını kırmıştı. Kendi kendine yeis ve hayretle, “Kime meram anlatmalı!
                  (…)
                  Bir günlük mahsul-i mesaisinin böyle mahv ve heder olmasından teessürle başını eline dayayarak pen-
               cerenin önünde oturdu. İşte orada, duvarın altında, kahvesini içen, ekmeğini çalan, fincanını kıran, kendi-
               sini sabah keyfinden mahrum eden, velhasıl evinde bütün rahat ve asayişini selbeyleyen kediler, güneşe
               karşı abanoz gibi mücella siyah, kar gibi beyaz, sarı benekli, elvan-ı revnak-efzaları ve her an ve saniye
               renkleri değişen çeşman-ı pertev-füruzanları nazarlarda bir kavs-i kuzah teşkil ettiği esnada ön ayaklarını
               iptida ağızlarına götürüp nisvana mahsus bir tavr-ı işvebâzane ile yüzlerini temizleyerek safa-yı hatırla
               sabah kahvaltısını hazmetmekte ve öğle taamın hazırlanmaktaydılar.
                  Sahibetü’l-beyt tarafından kendisine tercih olunan bu hayvanat-ı müfterisenin ahval-i lâkaydâneleri
               hiddetine dokunarak sofaya çıktı. Orada, merdivenin orta basamaklarında, bıyıkları, yüzü, başı, siyah le-
               kelere boyanmış beyaz kediyi görür görmez, “Kahvemi sen içtin! Fincanımı sen kırdın! Öyle mi?” diyerek
               odasından bastonunu alıp ayaklarının ucuna basarak yavaş yavaş kedinin yanına sokuldu. Hazır eline
               fırsat geçmişken istediği gibi intikamını almak için vücudunun en can alacak yerini nişanladı. Bastonunu
               kaldırdı. Kedi kımıldıyor. Kaçacak. Değneğini şiddetle üzerine indirir indirmez seriü’s-seyr olan bu afacan
               hemen sıçrayınca ayağı kayarak azim bir gürültüyle merdivenlerden aşağı yuvarlandı. Merdivenin altında
               kolunun sızladığından şikâyet ederken nîm-i diğer-i mevcudiyeti olan karısı karşısına çıkarak “Hiç kediye
               öyle vurulur mu? Ya bir yeri kırılsaydı…” deyince zavallı herif şiddet ve hiddetle, “Ben sana şimdi göste-
               ririm” diyerek odasına çıktı. Haremi de kendisini takip ederek kemâl-i sükûnet ü mülâyemetle diyordu ki:
               “Ne yapacaksın? Ne yapabilirsin? Söyle de ben de anlayım.”
                  Bir camın arkasından görülen kıvılcım gibi, renkli güzellikten akseden bir damla yaşa cay-ı karar olan
               büyük gözlerini; altmış senenin üzerinde nişanlar, lekeler bırakarak geçtiği hareminin yüzüne atf ile “Ne
               mi yapabilirim! Hükûmet-i mahalliyeye müracaat edeceğim. Senin kedilerinden sirkat-i me’kûlat, gasb-ı
               emval, taarruz-ı mesken davasına kalkışacağım. Bakalım! O zaman bu hırsızların, bu haydutların bir tane-
               sini burada görebilir misin?
                  Paltosunu, şapkasını giydi. Kapıyı kıracak gibi şiddetle çekerek evden çıkıp gitti.
                  Kaymakam beyefendi meram anlamıyor! Rossini ahfad-ı kiramından olan bu musikişinas İtalyalı hür-
               met ve adalet ister. Bu bedbaht koca muhakemat-ı muhikkâne ve şikâyet-i adalet-cûyânesini karşısındaki-
               nin zihnine vaz’ ve ilka için jimnastik yapar gibi ellerini kaldırarak bir acemi aktöre gıbta-bahş-ı evza ve
               harekât-ı mübalâğakârane ile ifham-ı hakikate çalışıyorsa da mümkün olamayacağını anlayınca hiddetle
               Adalar kaymakamı beyefendiye “Herkesin karısının kaşına, gözüne, yürüyüşüne, giyinişine karışırsınız da
               benimkinin şu münasebetsiz muhabbetine, şu muzır hayvanlarına niçin müdahaleyi reddediyorsunuz?”
               şikâyetiyle meyusane evine avdet ediyordu. Evine avdet ettiği zaman haremi nüzülün tehdidatından deh-
               şet-yâb olduğu için titremeye başlamış, altmış senelik başını sallayarak ve naz ü işve ile bir gözünü süzerek
               mütebessimane “Sen memnun ol ki ben kedileri seviyorum! ” dedi.
                  (...)
                   O büyük, o buruşmuş çehresinin sarkık yanakları hâl-i tebessümle geriye doğru çekilerek hane-i çeş-
               manının gölgesi içinde kalan sönük gözlerine gelen bir revnakla dermeyan ettiği bu muhakeme-i şûhane
               kocasına hemen hak verdirecek kadar müncezip göründü. O gece bit tavr-ı sitemkârane ile hiçbir söz söyle-
               meyerek yatağına girdi. Söz beynimizde… Bu tebessüm, bu ima-yı muhabbet, bu işve, bu muamele-i nüvâ-
               zişkârane kocasının yeis ve hiddetini hayliden hayli tadil ve teskin etmişti. Câme-hab-ı ârâmına çekilip de
               bir tarz-ı galibâne ile uzattığı ayaklarının acı acı tırmalandığını hissedince telaş ve halecan ile yorganını kal-
               dırıp o büyük gözleriyle baktı. Kedi! Hem de sabah kahvesini içen beyaz kedi! Galiba bu afacanlar iştirak-i
               emval ve ayâl taraftarıydılar ki, biçarenin serir-i izdivacında da yerleri vardı. Hareminin mutasarrıf olduğu
               bu evde kendine hiç cay-ı karar bırakmayan bu kediler nihayetü’l-emr haremini de elinden almışlardı.
                  Gece yarısı verdiği bir karar-ı kat’i üzerine sabahleyin erken kalkarak kendisine ait ne kadar eşyası
               varsa bir sandığa vaz’ ile aşağıdaki taşlığa indirdi. Arkasına paltosunu, başına şapkasını giyerek iplerle
               bağladığı sandığın üstünde oturmuştu. İşte o zaman, “Ya ben, ya kediler?” sualini irad etmiş ve “Kediler”
               cevab-ı meyusanesini almıştı.





           62
   25   26   27   28   29   30   31   32   33   34   35