Page 31 - Türk Dili ve Edebiyatı 10 | 2.Ünite
P. 31

HİKÂYE





               Elveda! Elveda! Artık bir daha avdet etmemek üzere yola çıktı. Mahzun, mütefekkir bir hâl ile küçüklü
            büyüklü birtakım nispetsiz evlerle dükkânların teşkil ettiği çarşıdan geçiyordu. Sokağın ortasında ayakları
            çıplak, elbiselerinin yırtık yerlerinden tenleri görünür birtakım etfal-i sefaletin haykırışarak oynadıklarını
            dalgın dalgın seyrettikten sonra galiba tasadduk etmek niyet-i aceze-perveranesiyle ceplerini birer birer
            karıştırıp yine galiba hiçbir şey bulamadığından yoluna devam etti. Biraz ötedeki meyhanenin, şark şair-
            lerinin revnak-ı hayallerinden iş’al edilmiş kandilin tenvir eylediği karanlık köşesinde bir “laterna” bütün
            Ada halkını sarhoş etmekteydi. Sokakta, meyhanede “laterna”nın etrafında birçok halk hep bir ağızdan
            Ada’nın sokaklarında tanin-endaz, içtimagâhlarında raks-âver, nişanlı kızların lisanlarında sevgililerine
            bir hitab-ı muhabbet-perver olan:
                           Corci, corci, corcakimo
                           Nisahiro, pulakimo!
            şarkısını söylüyorlardı. Bulunduğu hâl-i yeis ve hüzne kahkahazen-i istihfaf oluyor gibi gelen bu şemâtetin
            arasından geçerek “Cakomo” yolunu takip etmeye başlayınca manzara-i tabiatın letafet ve ulviyeti, o ge-
            ceyi geçirmek için bir melce taharrisiyle bî-karar olarak her tarafa mün’atıf nazarına şaşaapaş oldu. Hava
            güzel, rüzgâr sâkit, Marmara lacivertti. Bir daha avdet etmeyecek, bu muharrer! Otuz üç senelik rabıta-i
            izdivaç kırılmış, artık yalnız başına kalmıştı. Şu yalnızlık müessir değil mi? Otuz üç seneden sonra her
            yerde, her şeye karşı yalnız! Bu vâsi denize, bu durâdur ufuklara karşı yapayalnız!
               Hatta sema bile o lacivert gözleriyle kendisine şefkat ve merhametle bakıyordu.
               Bir tarafı kırmalar içinde kalmış mai atlas gibi hafif surette mütemevviç derya, diğer tarafı yeşil bir
            hamail gibi yukarıdan aşağıya doğru sarkarak reng-i taravetlerini her mevsimde muhafaza eden çalılarla
            çam ağaçlarının fasıla verdiği bir yolu takip ediyordu. Tefekkürât-ı amîka içinde kaybolmuş bir hâl ile biraz
            deniz kenarına doğru meyledip önünde balık avlamak için bir kedinin sindiğini görünce hemen yolunu
            değiştirerek yokuşu çıkmaya başladı. Yorgolu’ya vardığı zaman mahbube-i şarkî olan güneş sırma saçlarını
            derya-yı bî-karar-ı safanın üzerine dökerek nurani yollar, müzehhip izler açtığı gibi karşı taraftaki uzaktan
            uzağa görünen sudan ibaret ufukları da âşıkane surette tehyiç ediyordu. Bir hayli zaman denizin verdiği
            hayret-i meftunane içine dalıp gitmişken hakikatin dest-i hayal-şikesti bütün vücudunu sarsarak kendisini
            bulunduğu hâl-i bîhûşiden uyandırdı. Saat ilerlemiş, öğle takarrüp etmişti. Evine bir daha avdet etmemek
            üzere verdiği karar, kat’i idi. Bu belli, fakat öğle taamını nerede edecek? Akşam nereye gidecek? Geceyi
            nerede geçirecek? Bir hayat-ı müstakil, bir karar-ı kat’i parayla olur. Halbuki kendisinin sabah taamına bile
            kifayet edecek parası yoktu. Hareminin ihzar ederek şimdi sofranın üzerine koyduğu sabah yemeğinin
            dumanı gözünde tütmeye başladı. Kenare-nişin-i temaşası olduğu denizin dalgaları yavaş yavaş sahile
            çarptıkça kendisine “Git git, haremine git!” diyordu.
               (...)
               Âlem-i tenhayîde hâl-i infiradı arttıran horozların sada-yı garibaneleri bulunduğu yere aksettikçe “Git
            git, haremine git!” diyordu. Kiliseler öğle vaktini ilan için çan çalmaya başladılar. O sükûn ve sükûnet için-
            de uzaktan uzağa akseden çanlar hep bir ağızdan bir aheng-i muttaridle “Git, git, haremine git!” sözünü
            tekrar ediyorlardı.
               Ayağa kalktı, geldiği yoldan yürümeye başladı.
               Galiba verdiği karar-ı kat’iden nükûl etmişti. Çam ağaçlarının aralarından peyda ve nihan olarak evine
            doğru süratle avdet ediyordu. Mütefekkir bir çehre, müteessir bir hâl ile evine giderek refikasına hiçbir şey
            söylemeden doğru odasına çıktı. Minderin üzerine çıkıp da hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlayınca, haremi
            kemal-i itina ve nezaketle oda kapısını açarak “O kadar haykırarak ağlama. Kedilerimi mi korkutacaksın!”
            dedi.

                                                                             Samipaşazâde Sezai, Küçük Şeyler













                                                                                                           63
   26   27   28   29   30   31   32   33   34   35   36